Dantel Arıcılar 1. Bölüm

''Farkında ol''

Arıcılığa başladığımda kendimi nasıl bir dünyanın içine bıraktığımın farkında değildim. Doğal ürünlere olan merakım beni sonunda bir kovan arı edinmeme kadar götürmüştü. Bir kovan arı ile evimin balını üretip biraz da polen toplayacaktım. Birçok konuda bilgisiz ve tecrübesizdim. Arı hangi ürünleri neresinde ve ne zaman getiriyor bilmiyordum. Farkında olmadığım diğer konu ise arının beni farklı bir dünyaya sürüklerken bu farklı dünyaya giden yolun beni sonsuz derinlikteki birçok bilim ve gerçekliğin mucizelere açıldığı bir okyanusa götürüyor olmasıydı. Arı ile ilgili okuduğum her makale, her kitap, seyrettiğim her belgesel benim bu okyanusa biraz daha açılmamı sağlıyordu. Sürükleniyordum ve arkama baktığımda kara gözükmüyordu. Sonsuz ve derin bir okyanustaydım artık. Bu öyle bir derin bilgelik diyarıydı ki her gün bir şeyler öğreniyordum ve geçmişteki neredeyse tüm dayatmaların yanılgılarını görüyordum. Bir önceki hayatıma dönmem artık mümkün değildi...

''Dinle, sessiz ol ve sadece dinle''

''UYAN''

Turizm sektöründe bir yönetici olarak çalışıyordum, yoğun stresli ve yorucuydu. Uzun saatler ve izin kullanmadan çalışılan haftalar su gibi akıp geçiyordu ve rüzgarların, sellerin kayalarda açtığı derin izler gibi, bu uzun ve yorucu saatler benliğimde izler bırakıyor, her geçen yıl bu izler derinleşiyordu. Her iş sektöründe olduğu gibi benim işimde de personel sıkıntıları, malzeme kısıtlamaları ve bütçe yetersizlikleri vardı. Ayrıca patronların sürekli dayattığı daha yüksek hedefler ve bu hedeflere ulaşma arzusunu kamçılayan dayatmalar vardı. Hedeflere ulaştığınızda elde edilen küçük hediyelerden sonra biraz süslü sözlerle teşekkür etmelerin sonrasında gelen, daha yüksek hedefler bir türlü bitmiyordu. Sanki burnunun ucuna havuç bağlanmış bir tavşan gibi hedeflerin peşinde koşuyorduk. Sadece biz değil birçok işletme böyleydi. Bir başka görüşe göre tavuğun önüne bir avuç buğday atılıyor ve arkasından yumurtalar toplanıyordu. İş sektörü bu haldeydi. Personel olarak çalışmak mı daha avantajlı, yoksa yönetici olmak mı, ayırt edemiyordum. Personel aldığı sabit maaşla zar zor geçiniyordu ancak sorumluluğu daha azdı. Mesaisi bittiğinde çekip gidebiliyordu ve kafası attığı an istifasını verip kolayca ayrılabiliyordu, nasıl olsa asgari ücretle en geç bir hafta içinde başka yerde bir iş bulup mesaiye başlayabilecekti. Hatta bazen yorulduklarında, sadece izin yapmak için istifa eden vardı. Birkaç gün dinlenme veya arada bir akrabanın düğününe gitme gibi sebepler olabiliyordu. Yönetici öyle mi? Hele müdür veya genel müdürseniz! Bindir zorluklarla bir sürü iftira yalan dolan gibi engelleri ve entrikaları aşmışsınız ve ayağınızı kaydırmak için yolunuza karpuz kabuğu döşeyen onlarca kıskanç rakibinizi atlatarak, aşarak gelmişsiniz bu mevkiye. Bu uzun yolda patronların binbir nazını çekmiş onca angarya işe ses çıkarmamışsınız. Şimdi bir haftalık dinlenme için veya arkadaşınızın düğününü görmek için istifa edebilir misiniz? Mümkün mü? Aksine size yüklenen ekstra mesailere bile ses çıkarmamış, işi aksatmamak için altınızda istifa eden çalışanların yerini doldurmuşsunuz, o mesaiyi bile gözünüz görmez çoğu zaman. Yüklenen sorumluluğun ağırlığı ise işin cabası. Bütün sorumluluk yüklenir omuzlarınıza, hatta karar verme yetkisi sizde olmayan konularda bile. Personelden sorumlusunuzdur, malzemeden sorumlusunuzdur ve bunların yanında tüm başarısızlıklardan!!Başarılar mı? Güldürmeyin beni, onlar patronlarındır. Hiç unutmam, bir keresinde patronum şunu demişti: ''benim param ve yatırımım olmasa siz bunları yapabilir miydiniz?''

''Egonuzla savaşın''

Bir işyerinin en büyük sermayesi çalışanlarıdır, patronlar bu başarının olabilmesi için ancak vesile olabilirler. Patronlar hangi yatırımı yaparsa yapsın o iş yerine ruhunu veren personeldir. Personelin çabasıdır, güler yüzüdür, gayretidir, anlayışıdır. Personel o iş yerinde yeteri kadar motive edilmezse başarının gelme şansı yoktur. Patronlar bu alt yapıyı sağlayan teknik direktörlerdir. Konu nereden nereye geldi, kısacası iş hayatı beni yıpratmıştı, batıyordum, boğuluyordum. İş hayatımdaki başarılarım maddi manevi takdir edilmediği için alternatifler arıyordum. Çok uzun zamandır alternatif tıp ile ilgili araştırmalar yapıyordum ve fitoterapi ilgimi çekiyordu. Bu konularla ilgili kitaplar okuyordum.

''Doğayı hisset''

Eski bir dağcı ve sporcu olduğum için sık sık ve her fırsatta doğa ile bütünleşiyor ve hareketli kalmayı ihmal etmiyordum. Fırsat buldukça denize dalıyordum ve bu büyüleyici atmosfer beni dinlendiriyordu. Bütün bunlara rağmen hayallerimi ve hobilerimi tam anlamıyla gerçekleştiremiyordum, zaman yetmiyordu. Günde on altı saat çalışıyordum. Toplum baskısı bugünün deyimiyle mahalle baskısı da bir yandan yapmak istediklerime engel oluyordu.

''Benliğini dinle''

Öyle ya, bin bir zorluklarla bir mevkiye geliyorsunuz, yönetici oluyorsunuz, müdür oluyorsunuz, genel müdür oluyorsunuz. Sonrasında ailenize, annenize, babanıza, hanımınıza ''ya ben sıkıldım, işi bırakıp arıcılık yapmak istiyorum'' veya ''ben sıkıldım, domates yetiştirip pazarda satmak istiyorum'' dediğinizde, evde küçük çaplı bir savaşa veya büyük çapta bir depreme sebep olabiliyor. Tabi ki bir yandan onlar da haklı, kim birdenbire kendi güvenli ve huzurlu ortamının bozulmasını ister, öyle değil mi? Önünü göremediği bir geleceğe yelken açmak hangi çılgının işi olabilir, ya da hangi çılgın bunu onaylar?

Oysa ki doğada hiç bir şeyin garantisi yoktur. Siz hiç bir aylık stok için avlanan bir aslan duydunuz mu? Ya da bir yıllık yiyeceğini biriktiren bir balık? Elbette doğada karınca gibi veya arı gibi stok yapan ve stok kontrolü yapan canlılar da var. Ancak onlar sadece belli bir dönemi atlatacak kadar depolarlar. İnsanlar gibi doyumsuzca değil. Ben bütün bu sistemden ayrılıp kendimi doğaya adamaya karar vermiştim, doğanın çocuğu olacaktım. Henüz nasıl olacağını tam bilmiyordum, ancak içimde bir enerji bunu sürekli hissettiriyordu. Peki, ailemi nasıl geçindirecektim? Acaba ayakta kalabilir miydim? Başarabilir miydim?

''Sonsuz enerjiye güven''

Patronsuz yaşamayı, bir yere bağlı olmadan geçinebilmeyi düşlüyordum. Bir dükkan açabilirdim ancak o zaman da, yine sisteme bir başka açıdan köle olacaktım, dükkandan ayrılamazdım, yine boş vaktim olmayacaktı. Bu kez patronum: müşterilerim ve dükkanım olacaktı. Hobilerimi ve hayallerimi yine dükkan yürüsün diye ertelemiş olacaktım. Oysa vakit kısıtlıydı, onları gerçekleştirmek için emekliliği bekleyemezdim. Yine insanoğlunun kurduğu bir sisteme yenik düşmek istemiyordum. Başka patronları bırakıp şekli ve fiziği farklı patronlara hizmet edip kendi kendimin kölesi olmak istemiyordum. Her gün işe gittiğimde ve en ufak bir fırsatta, örneğin bir kahve molasında bunu nasıl başarabilirim diye düşünüyordum. Cevabın doğada olduğunu biliyordum, ama nasıl?

İsteklerim belliydi. Doğada olmalıydım, insanlardan uzak başka canlılarla çalışmalıydım. En azından sürekli birileriyle muhatap olmak istemiyordum, yani klasik patron işçi veya mekan sahibi müşteri ilişkileri olmamalıydı. Hayvanlarla veya bitkilerle bahçemde kısıtlı bir mesaide üretim yapıp günün kalan bölümünü kendime ve aileme ayırmak istiyordum, yıllardır ihmal ettiğim aileme. Bir ağacın altında kuş cıvıltıları ve rüzgarın sesinden başka bir sesin varlığı olmaksızın huzur içinde kendimden geçerek kitap okumak istiyordum veya gönlümce günün herhangi bir saatinde spor yapmak istiyordum. Mesaim kısa olmalıydı ve boş vakitlerimi kendim belirleyebilmeliydim. Kedi misali istediğim zaman çalışıp, uygun bir saatte keyif de yapabilmeliyim. Bu arada doğada en güzel keyif yapan canlılardan birisi kedidir. Doğada hayvanlar istediği saatte ava çıkar ve avlanır, sonra keyfine bakar, yarını düşünmez. Çünkü yarın evren onlara bir sürpriz hazırlamıştır, onu bugünden dert etmek anlamsızdır. Bende buna benzer bir sistem neden insanlarda da işe yaramasın diye düşünüyordum. Neden icat edilen sistem, sanki başka bir alternatif yokmuş gibi davranır ve dayatır. Oysa binlerce yıl önce, on binlerce yıl boyunca benim düşlediğim sistem yok muydu? Bunun bir çözümü olmalıydı, bir orta yol!!

Bir çarenin bir yöntemin var olduğunu biliyordum, içimde hissediyordum, sürekli beynimi yoruyordum, bir türlü işin içinden çıkamıyordum, ama bir gün bulacağıma dair inancım hiç eksilmiyordu, aksine zaman geçtikçe çoğalıyordu. Bazen tam ''buldum'' diyordum, ''işte çözüm bu” diyordum, sonra yine kıyısından köşesinden bir şey eksik kalıyordu sanki ve yine baştan düşünüyordum her şeyi. Bir hotelde müdürlük yaparken Amerika'da büyük şirketlerde yöneticilik yapan bir adam gelmişti misafir olarak. Kısa zamanda tanıştık ve muhabbetimiz koyulaştı. Yeni tanışıp olumlu enerji aldığım herkese fikirlerimden bahsediyordum biraz ve insanların hoşuna gidiyordu. Çünkü aslında birçok insanın hayaliydi bunlar. Uzun zaman sonra farkettim ki, birçok insanın hayalini süsleyen yaklaşık aynı şeylerdi. Yalnızca bir fark vardı; çoğu insan, hayallerini gerçekleştirmek için mevcut rahatlığı, konforu ve mevkisini bırakamıyordu, bunu yapabilen çok az insan vardı. Statülerden ve koltuklardan vazgeçmek bazı insanların aklına bile gelmiyordu. Bunu yapabilen kişilere ''el bırakmış'' deniyordu halk arasında. Sonradan abi olarak hitap ettiğim bir müşterim bana şunu söyledi ''Zafer'ciğim, ne yaparsan yap, paranı araziye yatır, illaki değerli bir arazi olması gerekmez, paran nereye yetiyorsa, dağlarda veya uzak köşelerde de olabilir, yeter ki bu toprak parçası senin olsun''.

''Hayallerin için yatırım yap''

Çok merak etmiştim, bu kadar yatırım aracı varken neden arazi? Cevap çok mantıklıydı. Dünyada insan nüfusu giderek çoğalıyor, ancak dünyadaki toprak yüzölçümü hep aynı. Hatta küresel ısınmadan dolayı denizlerin yükselmesiyle giderek azalıyor da. Dolayısıyla ekonomide altın bir kural vardır: azalan şey değerlenir. Bir de bu azalan şey, yüzlerce yıl boyunca tekrar yerine koyamadığınız toprak ise durum daha da önemli. Bu yüzden Amerika'daki birçok ekonomist öncelikle araziye yatırım yapar ve yaptırırlarmış, diğer yatırım araçları ikincil üçüncül sırada yer alırmış. Sonradan düşündüğümde ne kadar haklı olduğunu gördüm. Şimdi, üzerinden yirmi yıl geçmesine rağmen ne kadar doğru bir düşünce olduğunu görüyorum. Dünyanın metrekaresi hep aynıydı ama nüfus çoğalıyordu. Nasıl artmasın ki fiyatlar? Hotel, restaurant veya bara gelen yeni müşterilerle tanışıp onlarla sohbet ediyor, tecrübelerime hep yeni bir şeyler katıyordum. Hem yeni dostluklar oluşuyordu, hem bir şeyler öğreniyordum, hem de yeni fikirler ortaya çıkabiliyordu. Gelen kişiler bazen doktor, yazar, avukat veya mühendis oluyordu. Neredeyse her meslek grubundan insanlar geliyordu buraya. Bu da benim sohbetlerime çeşitlilik katıyordu. Sadece Türkler değil, birçok Avrupa ülkelerinden insanlar geliyordu, hatta değişik kıtalardan da gelenler vardı. Kimi zaman yaşam şekilleri, kimi zaman meslekleri, aile yaşantıları ile ilgili anlattıkları veya onlarla ilgili benim gördüklerim bana bir fikir verebiliyordu. Bazen sahip oldukları görüş ve felsefeler bile ilginç olabiliyordu. Hatta güne nasıl başladıkları bile önemli oluyordu bazen. Bazı misafirlerim vardı mesela, sabah erken saatte kalkıp kahvaltı yapmadan denize girip en az yarım saat yüzmeden kahvaltıya oturmuyorlardı. Bu insanlar genellikle elli yaş ve üzerindeydiler. Müşteri hedef kitlemiz böyleydi. Bu insanlar ilerlemiş yaşlarına rağmen çok fit gözüküyor ve vücutlarında neredeyse hiç yağ olmuyordu. Bu bana ihtiyarladığım zaman nasıl olmam gerektiği ile ilgili bir fikir vermişti mesela. Bu hedefe yürümek için yapmam gereken sporu, nasıl disiplinli bir şekilde sürdürmem gerektiğini öğretmişti bana. Başka misafirler ise genç yaşlarda nasıl yatırım yaptıklarını anlatırdı. Genç yaşlarda ödenen ikinci emeklilikler ve bunların sayesinde emekli olunca aldıkları çifter maaşlar. Bazılarının altı tane emekli maaşı vardı. İşyerlerinin ödediği ve kendi ödedikleri, kilesin ödediği gibi çoğalıp gidiyordu. Bu sayede nasıl emekliliklerinde rahat rahat gezebildiklerini anlatıyorlardı bana. Öyle ya, kendinizin üç emekli maaşı aldığınızı düşünün, bir de eşinizin bir o kadar aldığını düşünün, gezilmez mi?

Bu örnekler, genç yaşta yatırım yapmam gerektiğini öğretti bana. Doğru kararlar verip doğru yerlere yatırım yapmam gerekiyordu, az da olsa bu, zamanla çoğalacaktı. Bir ağaç dikip beş yıl sonra meyvesini almak gibi düşünün. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Şimdi geriye doğru baktığımda sonsuz gibi gözüken bu muhabbetler ne de çok birikim yapmış benliğimde. Birikimler ve tecrübeler zaten birer yapı taşı değiller mi insanın hayatında? Yeter ki bunlardan ders alıp uygulamaya sokabilesin. Parke taşından döşenmiş yolları düşünün, ne kadar çok taş var, oysa başlangıçta bir tane ile başlanmıştı işe ve tek tek eklenerek yapılmıştı o yol.

''Bilincin açık olsun.''

Bir ustayı seyretmiştim bir süre. Ve bir yola bakmıştım, bir de malzemeye. Sanki hiç bitmeyecekmiş gibi geldi bana. Parke taşını koymadan önce altındaki kumu düzeltiyordu. Sonra elindeki taşa şöyle bir bakıyor ve uygun olan yöne çevirerek öbür taşın yanına denk getirip cuk diye oturtuyordu yerine. Çeķiçle nazikçe tıklayıp diğer taşların seviyesine getiriyordu yeni arkadaşlarını. Sonra elini şöyle bir üstünden gezdirip terazide olmuş mu diye yokluyor, bir de hissediyordu. Ardından bir yenisi için tekrar kumun seviyesini ayarlıyordu. Bu yol sanki hiç bitmez bu şekilde dersiniz, ama birkaç gün sonra oradan geçtiğinizde gözlerinize inanamazsınınız, yol neredeyse bitmiştir. Aslında insanın ömrü de böyledir; bazen geriye dönüp baktığınızda otuz yıl üç gün gibi gelmez mi insana? En ufak üzüntüler, en büyük sevinçler, yaşanmışlıklar, muhabbetler, başarılar, başarısızlıklar, kazançlar, kayıplar hep birer parke taşıdır adeta hayatımızda.

IdeaSoft® | E-Ticaret paketleri ile hazırlanmıştır.