Dantel Arıcılar 2.Bölüm

''Harekete geç''

''Şimdi''

Yıllar önce bana, dağın başında da olsa araziye yatırım yap diyen dostumun tavsiyesini dinlemiş, ne kadar bulup buluşturabildiysem, ufak büyük veya uzak yakın demeden, elim yettiği kadar araziye yatırmıştım. Bu araziler şehrin çok dışındaydı, tam doğanın içinde. Ben ise hala bize dayatılan sistemin içindeydim.

''Her şeyin bir vakti var, düşleyin ve sabredin.''

Bir şirketin müdürlüğüne geçmiştim. Hoteli bırakmıştım. Personel, müşteri, patron üçgeni içinde cinnet geçirmemek için çabalıyordum. Kendime çokça sabır diliyordum. Herkes emekli olunca şöyle gezeceğim veya şunu yapacağım hayalindeydi. Benim için böyle bir düşünce söz konusu olamazdı. Bu benim için koca bir aldatmaca bir yalandan öte geçemezdi. Ben altmışımdan sonra hangi hayallerimi gerçekleştirebilirdim? Acaba o kadar ömrüm olacak mıydı?? Doğada emeklilik diye bir şey duydunuz mu hiç? Doğada böyle bir şey yoktur. Gün doğar ve o günü dakika dakika yaşarsınız, her anın farkına vararak ve tadını çıkararak. Hangi anı yaşıyorsanız o an değerlidir. Ve o an sizindir, manzaranın keyfini çıkarın, çünkü o an bir daha geri gelmeyecek. Telaşlı olmayın, telaş bilinçsizlik getirir. Yaşadığınız dakikalar akar geçer, bazen haftaların farkına varamazsınız. Doğada avlanma ve çiftleşme dışında pek telaş yaşanmaz. Hiç kimse metroda aktarmayı kaçıracağım diye deli deli koşmaz doğada. Taşrada günlük erzağınız varsa ve ısınma gibi ihtiyaçlarınızı hazırladıysanız günün geri kalanı sizindir. Güz olduğunda kış için hazırlık yapılır, tarhana yapılır, turşu yapılır, salça yapılır. Yazdan biraz meyve kuruttuysanız kış boyu afiyetle yersiniz. Kışın erzak ve yeteri kadar odununuz varsa sizden iyisi yoktur. Hayat bu kadar sade ve basit yaşanabiliyorsa neden emeklilik için beklenilsin? Ben emekli olunca rahat edeceğim, gezeceğim, balık tutacağım, spor yapacağım gibi cümleler hepimize tanıdık gelir. Bu çok saçma değil mi? Balık tutmak için altmış beş yıl beklenir mi?? Neden bugün değil? Ben emekliliğe inanmam. Bir gün yaşım gelirse ve emekli maaşım bağlanırsa yaşamı ertelediğim için değil, o ana kadar dolu dolu yaşadığım, üstlendiğim işi layıkıyla yerine getirdiğim ve zamanı geldiği için olsun.

Zamanla, paramın yettiği arazilere, yine param yettiğince yatırım yapıyordum. Onların sınırlarını telle çevirip ağaçlandırıyordum. Artık bir bahçe kapım vardı ve içi bana ait özel bir alanım. Bu kapıya gelip bahçeme vardığım zaman, kapının önünde arabanın motorunu durduruyor ve arabadan iniyordum. O zaman sessizliği dinliyor ve yıldızlara bakıp şükrediyordum. Hala, her kapıya yanaştığımda, yıldızlara bakar ve sessizliği dinlerim. Severim, okşarım adeta. Benliğimin içine doğru huzur akar o zaman.

''Dinlemeyi öğren''

Bahçemin içine sondaj vurdurmuştum, suyum akmaya başlayınca benden mutlusu yoktu. Küçük bir bahçe tuvaleti ve duş ekledim. Kısa bir zaman sonra, dokuz metrekarelik tahta bir kulübe satın alarak, bahçeye geldiğim zaman, yağmurdan çamurdan kaçacak bir alan ve zorda kalırsam geceleyebileceğim bir mekan oluşturmuştum. Aslında insanın ne kadar küçük bir yerde ve az bir şeyle ihtiyacını karşılayabileceğini öğretti bu bahçe bana. Ailemle ve arkadaşlarla her fırsatta buraya kaçıyor, piknik yapıyor ve çok güzel vakit geçiriyorduk. Burada çok mutluyduk. Şehirde her şey boldu, evde her imkanımız vardı, ama biz bahçede mutlu oluyorduk. Acaba bu genlerimize kodlanmış olabilir miydi? Doğada nedense daha mutluyduk? Yeşili görünce sakinliyorduk, stresten arınıyorduk ve mutluluk hormonları tavan yapıyordu. Herkes bir köşede uğraş veriyordu, çiçek dikiyordu, ağaç dikiyordu veya yemek hazırlıyordu, sanki daha az tartışma ve stres yaşanıyordu.

''Dinle, huzurun farkına var''

Zamanla buraya bir tavuk kümesi ekledik. Artık sık sık gelip her fırsatta burada geceliyordum. Mona adında bir kurt köpeğim oldu, hem bahçe arkadaşım, hem bahçemizin bekçisiydi. Bir başıma geldiğim zamanlar artık yalnız kalmıyordum. Onu hala özlüyorum, ne yazık ki artık aramızda değil. Bu yolculuğumun başında benim destekçim, koruyucu meleğim, yıldızların altında yalnızlığımı paylaşan güvenilir bir dosttu. Dokuz yıl devam etti bu dostluk, aramızdan başka bir boyuta geçene kadar. Bende o boyuta geçince eminim yine karşılaşacağız. Burada zamanla komşuluklar gelişti ve ben olmadığım zamanlarda Mona'ya ve tavuklara yemeğini komşularım veriyordu, sağ olsunlar. Benim kafamda artık buraya yerleşme fikri gitgide büyüyordu. Sömürü düzeninden ve modern kölelik dayatmasından kurtulmam gerekiyordu. Ama nasıl? Hala tam çözememiştim. Şimdi artık bir yerim vardı, bu sağlam bir hedef oluşturuyordu. Kararlılık gerekiyordu, kanaatkar olmalıydım. Bir yerde, ''kazandım, bu kadarı bana yeter'' diyebilmeliydim. Bu düzene ihtiyaç duymadığımı bilmem ve en önemlisi buna inanmam gerekiyordu.

''Kendine ve yaratıcı güce inan''

Kolay değil ama imkansız da değil. Bunu başarmış binlerce örnek vardı. Hiç parasız da olsa yola çıkıp, Avrupa'yı ve Dünya'yı gezen bir sürü insan vardı. Bir karavanda yaşayıp, çocukları ile seyahat edip hayatını idame ettiren aileler vardı. Nette buna benzer çok örnek var. Bu insanlar kısık bütçeleri ve minimal bir hayat anlayışı ile satılabilecek küçük objeler üretip yollarda bunları pazarlayarak veya kısa süreli işlerde çalışıp yollarına devam ederek, sürdürüyorlar maceralarını. Demek ki problem kazanmakta değil, harcarken dikkat etmekte. Herkes günlük ihtiyaçlarını karşılayacak parayı bulabilir, fakat egosunun ihtiyaçlarını karşılamak! İşte bu çok zor. Şu an olduğu gibi eskiden de böyleydi bu. Tarih aslında insanın yapısını değiştirmiyor sadece araç ve gereçler farklılaşıyor. Eskiden hali vakti iyi olanlar ata binerken, durumu iyi olmayanlar eşeğe binebiliyordu. Şimdi de öyle, değil mi? hali vakti iyi olanlar biraz daha markalı ve lüks otomobiller tercih ederken, diğerleri paralarının yettikleri kadarına binebiliyorlar. Bir şeyler üretmek için çok zengin olmaya gerek yok, çok başarılı veya zeki olmaya da gerek yok, yalnızca kararlı, çalışkan ve bilgili olmanıza gerek var. Bilgi olmadan olmaz. İyi araştırıp kararlarımızı tereddütsüz vermeliyiz. Araştırma yapmak ve geçmiş ile gelecek arasında bazı köprüleri kurmak gerekiyor. Hangi sosyal düzeyde olursanız olun, diğer sosyal düzeydeki insanlarla iyi anlaşıp iyi ilişkiler kurabilmeliyiz. Yani hiç kimseyi küçümsemeden ve ötekileştirmeden, yargılamadan ve dışlamadan dinleyebilmeli ve iletişim kurabilmeliyiz. Çünkü ne kadar cahil gibi görünürse görünsün, bir insan kendi yaşadığı çevrede, atalarından gelen, ömrü boyunca yaptığı işte, teorik bilgisi olan kişiden daha tecrübeli ve bilgili olabilir. Ben böyle insanlarla tanıştım ve bilgilerinden faydalandım bana çok öğretici oldular. Hepsine sonsuz teşekkür ediyorum. Eğer siz, bu tip insanlarla samimiyetle ve içten gelerek iletişim kurmayı becerebilirseniz, bu insanlar da size gönüllerini açacaktır, sizin sorduğunuz sorulara samimi olarak cevap verecektir ve probleminizi çözmek için imkanlarını seferber edeceklerdir. Taşradaki insanlar zorluk nedir anlar, gurbet nedir bilirler. Gurbetteki insanlara yardım etmek elzemdir ve sanki yazılmamış bir kanun gibidir. Burada para geçmez, içtenlik geçerlidir, samimiyetle yardım istemeniz yeterlidir.

''ÜRETMEK MUTLULUKTUR''

Ben çok kararlıydım, doğada olmalıydım, insanlara faydalı bir şeyler üretmeliydim. Bir iş yapacaktım, ürettiğimi sunacaktım ve bir şekilde bu sunduğum ürün hem insanlara faydalı olmalı, hem de beni geçindirebilmeliydi.

Artık zamanı gelmişti, işten ayrıldım. Bir müddet organik ürünler pazarladım fakat çok verimli olamadım. Belki de tam olarak istediğim bu değildi. Tekrar bir yerde yönetici olarak işe girdim ve çalışmaya başladım. Yılmayacaktım. Burada daha önce yönetici olduğum bir iş yerinde beraber çalıştığımız bir fırıncı ustam ile yine denk gelmiştik. Daha önce çalıştığımız ortam çok yoğun ve yorucu olduğu için çok fazla muhabbetimiz yoktu. Şimdi burada özellikle hafta içleri yoğun olmadığından, bolca konuşacak vakit bulabiliyorduk. Yaptığımız sohbetlerde babasının arıcı olduğunu anlatmıştı bana. Kendisi de arının içinde büyümüştü. Fakat çocuk yaşlarda babası onu biraz fazla yorduğu ve genç yaşta sürekli iş yüklendiği için, fırsatını bulunca babasının yanından ayrılmış ve fırıncı olmuştu. Tabi çocukken insan sahip olduğu şeylerin farkında olamıyor, bir de baba mesleği genellikle bıktırır çocukları. Aileler çocuklara biraz yüklenince onlar da ilk fırsatta kaçarlar. Bizim fırıncı ustaya da böyle olmuştu. Dededen ve babadan gelen arıcı genleri onda da vardı, ancak bir çocukluk dönemi bıkkınlığı onu arılardan uzaklaştırmış, bir başka bıkkınlığın kucağına itmişti. Şimdi sıcak fırının önünde sekiz dokuz saat çalışıyor, arılardan uzaklaştığının pişmanlığını yaşıyordu. Kendi kolonilerini oluşturup, tekrar dağlara dönmeyi nasıl da arzu ettiğini sohbetlerimizde uzun uzun konuşuyorduk. Bu sohbetlerde arıcılık üzerine çok bahsedildiğinden, benimde arıcılık ile ilgili ilk derslerim başlamış oluyordu, farkında olmadan. Soru cevap şeklinde sürüyordu sohbetler ve bu konular bana teoride arıcılığı sevdirmeye başlamıştı. Sohbetlerde ikimiz de heyecanlanıyorduk, o anlattıkça tekrar hatıraları canlandığı için heyecanlanıyordu, ben de hayal etmeye başladığım için heyecanlanıyordum. İkimiz de tarifi mümkün olmayan sevinç heyecan ve mutluluk bulutlarına kapılıyorduk, hayal ve hatıraların içinde yüzüyorduk. Baharda dağlarda arıların yakınında konaklıyor, köylüden aldığımız taze peynir ve yumurta ile hakiki köy ekmeği ile kahvaltı ediyorduk. Kahvaltıdan sonra arıların içinde biraz çalışıyor, sonra da dinleniyorduk. Akşama doğru ateş yakıp yemekten sonra çayımızı demliyor yine uzun uzun sohbet ediyorduk. Gece çadırlarda temiz havanın ve sessizliğin keyfine varıyorduk. Hayallerimiz böyle sürüp gidiyordu.

''Kendi patronun ol''

Kimse bize sabah kaçta kalkmamız gerektiğini söylemiyor, ne zaman yemek yiyeceğimize ve ne kadar süre ile mesai yapmamız gerektiğine karar vermiyordu. Öğlen paydosu veya öğlen yemeği aralığı yoktu. Sabah şu saatte iş başı veya mesai bitişi kavramı yoktu, hepsi bizim keyfimize bağlıydı. Bütün işimizi planlayabiliyor ve arzu ettiğimizde mesaimizi kendimiz kaydırabiliyorduk. PATRON YOKTU. Doğa ve kendimiz karar veriyorduk ne yapacağımıza. Hedefler ve puanlamalar, performans çizelgeleri buhar olmuştu. Her şey insancıldı. Bazen çok yoğun çalışabiliyorduk bazen kendimizi iyi hissetmediğimiz zaman veya bir arkadaşımız geldiğinde istediğimiz kadar ara verebiliyorduk. Erken kalkıp tıraş olmak, ütülü gömlek giymek stresi kalkmıştı. Müdürlük statüsü gereği yeni ayakkabılar, sürekli değişik takımlar, yeni telefon veya parfümler gibi masraflar yoktu, kredi kartlarımız tatildeydi. Ateş yakarak yemek yapıyor, bulaşıkları ateşte kaynattığımız sıcak su ile çalkalıyor, temizlik için sirke ve kül kullanıyorduk. Zeytinyağlı sabun tekrar hayatımıza girmişti. Doğada her şey vardı, sadece kullanılmayı bekliyordu. Bütün bunları konuşuyor ve hayal ediyorduk. Her konuştuğumuzda içimizdeki heyecan tekrar kabarıyordu, en iyisi mi, hemen istifa ederek planlarımızı gerçekleştirmek istiyorduk.

Aslında hepimizin genlerinde bir öz var ve bizler ''modern dünya'' adı altında bu özden uzaklaştırıldık. Tıpkı bir damla suyun tekrar toprağa dönmesi gibi, şimdi bizler de özümüzü arıyor ve ona dönmek için hasret çekiyorduk. Kendi kendime soruyordum ''buna daha ne kadar dayanacaktık?''

''El bırakma zamanı''

Bir gün patronumuz yine personel kısıtlaması sebebiyle geldi ve toplantı yaptı. Yine ''sizi seviyoruz ama elimizdeki imkanlar'' saçmalığını uzun uzun dinledikten sonra sadede gelindi. Birkaç kişiyi işten çıkarmak için gelmişti. Benimle konuşmadan önce iki kişi nasibini almıştı. Beni çağırdı ve maaşımın ve pozisyonumun yüksekliği sebebi ile yük olduğumu benim kadar yetenekli ve donanımlı bir müdüre şu anda ihtiyaç duyulmadığını izah etti. Artık işsizdim. İstifa etmeme gerek kalmamıştı. Kibarca masrafların ve kısıtlamaların kurbanı olmuştum. Umurumda da değildi. Hatta neredeyse zil takıp oynayacaktım. Aslında vicdanını rahatlatmak için bu kadar dolambaçlı sözlere gerek yoktu, çünkü ben içimden üzülmüyordum. Yine yapılan fedakarlıklar ve sahip çıkmalar boşa gitmişti. Daha ne kadar ders almam gerekiyordu. Tecrübelerden tecrübe çıkartmanın da bir sonu olmalıydı. Sevgili aşçı dostum fırıncı olduğu için personel kısıtlamasından nasibini almamıştı. Sevinsin mi üzülsün mü bilemiyordu. Ama bizim yollarımız burada ayrılıyordu. Bütün bu olanlar benim için bir işaretti.

''Koşulsuz güven''

Artık uçurumun kenarındaydım, kaybedecek bir şeyim yoktu, en azından ben öyle hissediyordum. Belki de uzun zamandır kendimi mental olarak buna hazırladığım için, belki de çok istediğim ya da varlığını hissettiğim ama görmediğim bir şeye çok güvendiğim için, bilemiyorum, ama sanki meyve olgunlaşmıştı ve sadece koparılmayı bekliyordu. Büyük abilerimizin dediği gibi ''el bırakma zamanıydı''. Özgürlüğe hiç bu kadar yakın olmamıştım, kendimi bırakmam yetecekti. Kimsenin buyruğu altında çalışmak istemiyordum. Kendi kendime söz verdim ''bir daha patron çalışan ilişkisi'' yaşamak istemiyordum. Madem ki bu Evren bu kadar büyüktü ve tek bir varlık bütün Evren'in nasibini veriyordu, yönetiyor ve bize sonsuz enerjisinden rızık dağıtıyordu, öyleyse benim de rızkım patron olan birinin aracılığı olmadan gelebilirdi. Artık benim patronum tekti, arada aracı olarak toprak ana olabilirdi, doğanın kendisi aracı olarak yeterli olabilirdi. Bu sonsuz kaynak, bu sonsuz enerji, Evrende bir kum tanesi kadar olan dünyamızda beni mi doyurmayacaktı? Bunu düşünmek ya da tereddüt etmek bile bir ahmaklıktı. Yeter ki, ben çalışayım çabalayayım ve sabredeyim, bir şekilde her şey yoluna girecekti. Ellerimi açtım ve kendimi sonsuz enerjinin o yüce kudretine bıraktım. Artık kendimi özgür hissediyordum. Kopmuştu ipler, artık kimse bir taraftan çekemiyordu onları. Hiçbir sisteme ait değildim, Evren'le baş başaydım, sanki uzay boşluğundaymışım gibi. Mesaim yoktu, kimse bayramlarda çalış demeyecekti, yılbaşında artık ailemin yanında olabilecektim. İstediğim kadar arkadaşlarımla sohbet edebilecektim. Tabii ki sorumluluklarımı yerine getirip çabaladığım müddetçe. Kimse yattığı yerde kimseye bir şey vermez, bunun farkındaydım. Kızımın okulu ile ilgilenebilecek onunla daha fazla zaman geçirebilecektim. Artık bilinç uyanmıştı ve benlik farkındalığa kavuşmuştu.

Benlik artık tanıklık yapabiliyordu, aklın sonsuz karmaşasına. Artık karmaşa da yoktu berraklık vardı. Bilinç gerçeğin farkına varmıştı. Beden mutluydu hiç olmadığı kadar.

IdeaSoft® | E-Ticaret paketleri ile hazırlanmıştır.