Dantel Arıcılar 4. Bölüm
''Elçi ol, farkındalığını ilet''
Dağ köylerine gittiğimizde arıcı ve çiftçilerle sohbet edebilmek için kahveye giderdik, çay içmek bahanesiyle, burada yaptığımız sohbetlerde dilimin döndüğü kadarıyla anlatırdım maskesiz ilaç yapmanın zararlarını. Arka ve yan masalardan da kulak kabartıp ya sohbetlere katılanlar veya yönlerini bize doğru dönüp dinleyenler olurdu. Tabii ki fırsatı bulmuşken gündüz ilaç atmanın ne kadar zararlı olduğunu da anlatırdım. Bu anlatımlar direktif şeklinde değil, toplumsal kalkınmanın ve kişisel sağlığın önemlerini anlatarak, karşı tarafı rencide etmeden daha çok ikna etmeye çalışarak geçerdi. Böyle olunca hem herkes sohbete katılma ihtiyacı duyar, sohbete katıldıkça da kendi anlatımlarından belki de kendi hatalarını kendileri bulurlardı. Bu bir başkasının ''bunu yapma'' demesinden çok daha etkileyici ve kalıcı olurdu. Tekirdağı’na ilk gittiğimizde oranın ağalarından bir tanesi bize çok yardımcı olmuştu ve orada biz ilk çiçek balımızı almıştık. Sonradan bir daha gitmedik çünkü aşırı ilaç kullanımı bizim hayal ettiğimiz balların üretimi için uygun değildi. Yıllar sonra bu abimizin kanser olduğunu duyduk. Tabii ki sigara da kullanıyordu ama yüzlerce dönüm araziyi her yıl birkaç kez ilaçlaması da eminim ki katkı sağlamıştır. Maskesiz ve önlem almadan bu kadar saat ilaçlama yaparsanız, ne kadar rüzgarı arkanıza da alsanız havada asılı duran pestisitleri solumamanıza imkan ve ihtimal yok. Bir de bunu yıllarca sürdürdüğünüzü düşünün. Tabii ki bu tür şeyler hemen etkisini göstermiyor. Meşhur bir laf vardır ''biiişey olmazzz'' diye söylenir. Ama sonra da bir şey olduğu zaman iş işten geçmiş olur.
Eskilerle yaptığımız sohbetlerde Aydın yöresinde dikilen pamuk tarlalarında arıcı yılda iki kez bal kesebiliyormuş. Pamuk balı değerli bir baldır. Bir çiftçi bir hektardan yaklaşık altı yüz kilo pamuk alırmış ve pamuk tarlaları yılda sadece iki kez ilaçlanırmış. Böylece arıcı da yılda iki kez balını alabilirmiş. Sonra başka tohumlar denenmiş ve bir hektarda üretim bir tonun üstüne çıkmış ve ilaç kullanımı ile bazı tohumlarda otuza kadar çıkmış ancak bal verimi neredeyse sıfıra yaklaşmış. Bırakın yılda iki kere sağım yapmayı bir kez bal kesmek bile hayal olmuş. Bu durumda eski tohumla yeni tohumun arasındaki kilo farkı, tarlaya atılan ilacın ve bunun için harcanan mazotun farkı, çiftçinin sağlık durumu karşılaştırılmalı ve kaybedilen pamuk balı, milli gelire verilen eksi ve artılar tekrar tekrar yeniden bakılmalı, diye düşünmüştük o zaman. Şimdi belki bunlar biraz daha ayrıntılı ele alınıyordur diye düşünüyorum çünkü aradan yedi veya sekiz yıl geçti.
Eski bir Kızılderili sözü vardır beni hep düşündüren, aklıma gelmişken paylaşmak istiyorum. "Beyaz adam geldiğinde onların ellerinde İncil, bizim elimizde ise topraklarımız vardı, sonra bir de baktık ki bizim elimizde İncil onların ellerinde bizim topraklarımız vardı”.
Sonuç olarak doğanın ve arının dünyasına etki eden olumsuzlukları saymakla bitiremeyiz. Kurulan yüksek gerilim hatları, baz istasyonları, dökülen asfaltlar, genişletilen yollar, atılan atıklar, bacalara konmayan filtreler, yanan ormanlar, ormanlara ve derelere atılan çöpler, doğaya dökülen tıbbi atıklar-kimyasallar, tarla kenarlarına atılan ilaç ve gübre kutuları ve çuvalları, pülverizatörlerin temizlendikten sonra derelere veya yalaklara dökülen ilaçlı suları, traktör ve araçların motorlarından damlayan yağlar ve mazotlar, sokakta yapılan yağ değişimlerinden bahsetmek bile istemiyorum. Bilinçsiz dozlarda atılan ilaçlar, gereksiz sıklıkta atılan ilaçlar, günün yanlış saatlerinde atılan ilaçlar, aşırı gübre kullanımı, zevk için yapılan avlar, gereksiz yere öldürülen hayvanlar... Görüldüğü üzere bizden daha zararlısı yok.
''Arındır yüreğini, sadeleş''
Baharın gelmesiyle artık arılar iyice coşmuştu. Biz de kovan kontrollerini sıklaştırmıştık. Bu zamanlarda arı yavruyu açıyor ve yeni baharla beraber en kolay ana değiştirme eğilimine girdiği dönem başlıyordu. Bu yüzden en geç her yedi günde bir kovanlar açılmalı ve kontrolleri yapılmalıydı. Her arılığa geldiğinizde, özellikle sabah dokuz ile on bir arası etrafta oğul var mı diye bakın, belki kısmetinize arı meyvesi olgunlaşmıştır! Bu dönem kovana polen girdisi çok olur, adeta polen kovanın içine yağmur gibi yağar. Sabah erkenden başlayan bu polen yağmuru saat on birden sonra havanın ısınması ile beraber yavaşlar. Bu saatten sonra sıcakla beraber nektar akımı çoğalır, arılar sıcaklığın artması ile nektar ve su taşımaya başlarlar. Polen girişi azalır ancak gün boyu kesilmez. Arıcının polen tuzağını saat on birden sonra kapatması tavsiye edilir. Polenlerin azalması ile beraber artık su ve nektar taşıyan arıyı polen tuzağından geçirerek gereksiz yere yormak hem arı açısından hem arıcı açısından gereksizdir. Tarlacı arılar nektarı kursaklarına doldururlar, bir bölümünü yakıt enerjisi olarak kullanır, kalanını kovan için ayırırlar. Uçuş yolu gereğinden fazla uzarsa, kovan için ayırdıklarından birazını diğer kursağa aktarıp uçuş için kullanırlar. En verimli kaynak ilk beş yüz metre çapındaki kaynaktır. Sonra ilk bin ve bin beş yüz, iki bin beş yüz metreden sonrası artık çok verimsiz olmaya başlar. Tarlacı arı kovana döndüğünde, onu bekleyen kovan içi görev yapan genç arılar karşılar ve tarlacı arının kursağındaki nektarı alarak, peteklere yerleştirmek üzere görev yerlerine dönerler. Tarlacı arı da hiç vakit kaybetmeden nektar toplama uçuşuna devam eder. Genç arılar pupadan çıkar çıkmaz hemen uçup nektar toplayamazlar, bunu yapabilmeleri için üç hafta kovan içinde görev yapmaları gerekir. Bu süre zarfında uçmayı öğrenirler ve zehir kesecikleri gelişir. Üç haftanın ilk haftası temizlik yaparlar. İkinci haftada karınlarındaki boşluklardan balmumu salgılayabilirler ve yutak üstü veya yutak altı bezlerden arı sütü salgılayabilirler. Genç arıların bir kısmı ana arı bakımı yaparken, bir kısmı petek örme işlemini yapar, bir kısmı balı peteklere yerleştirir, bir kısmı gelen poleni bal ile karıştırıp bazı enzimleri de ekleyerek arı ekmeği hazırlar ve peteklerin içine kafaları ile teperek sıkıştırırlar. Bir kısmı gelen propolisi işler ve peteklerin dezenfeksiyonunu sağlar. Diğer bir kısmı da kovanın çatlaklarını tıkarlar. Mükemmel bir iş bölümü yapılır ve her arının işi birkaç günde bir değişebilir. Bahar ve sonbahar mevsimleri propolisin kovana bolca geldiği zamanlardır ama arıların getirmekte en çok zorlandığı maddedir. Getirmesi de zordur, işlemesi de zordur. Propolis bazı ağaçların gövdelerinden salgıladıkları reçinemsi maddedir. Bu bazen gövdenin çatlaması ile olur bazen dalların kırılması ile olabilir. Daha çok taze çıkan filizleri korumak maksadıyla ağaç, filizleri propolisli çıkarır. Arı da propolisi ağırlıklı olarak buradan alır. Ağaçlar taze filizlerini büyütürken düşmanlar bu filizleri hemen kemirmesin diye propolisle sıvanmış halde çıkarırlar. Arı bu taze filizlerden propolisi yalarken aynı zamanda onlarında daha rahat büyümesini ve fotosentez yapabilmesini sağlar. Böylece ağaçlar rahat büyür, hem ihtiyaç duyduğumuz oksijeni salgılar, hem de doğanın en mükemmel antibiyotiği olan propolisi üretirler. Aynı zamanda propolis ek gıdaların en mükemmellerindendir. Ormanda yaralanmış geyikler veya domuzlar ağacın gövdesine yarasını sürterek reçinenin akmasını sağlar, bu reçineyi yarasına sürmesiyle yara iyileşmeye başlar, mikrop kapmaz. Ağacın reçinesi de bir tür ham propolistir. Muğla yöresinde elde edilen günlük yağı da aslında bir tür ham propolistir. Bu yağ çok özel yöntemlerle ağacın gövdesinden elde edilir ve sağlık, kozmetik gibi alanlarda kullanılır. Arı, propolisi kendi enzimleri ile zenginleştirerek kovanına getirir ve burada kullanılırken, yine genç arıların enzimleri eklenerek zenginleşir.
''Öz kaynakları keşfet''
''Ağaç, hayat kaynağımız olan oksijeni ve sağlığımız için propolisi üretir''
Kovanda dezenfektan olarak kullanılan propolis, kovana giren büyük düşmanların mumyalanması işlemi içinde kullanılmaktadır. Bazı düşmanlar kovandan taşınıp atılması uzun süreceği için kovanın içinde mikrop üretmeyecekleri şekilde propolis ile mumyalanırlar. Mısır'da piramitlerde bulunan kral mumyalarının da, bundan binlerce yıl önce propolis ile mumyalandığı düşünülmektedir. O dönem Mısırlılar sepet kovanlarla, Nil Nehri boyunca göçer, arıcılık yaparlarmış. Arıları sallar aracılığı ile taşırlarmış. Arılar büyük düşmanları parçalayıp dışarı atmaya vakit bulamadığı zamanlarda, kovanda mikrop ürememesi için, onları mumyalamayı tercih ediyorlar. Bunu fark eden insanlar, sevdikleri veya çok saydıkları insanları, krallar ve hanedanları gibi nüfuslu ve güçlü kişileri mumyalamayı keşfetmişlerdir. Propolis kullanımına tarihte çok rastlayabilirsiniz. Savaşçılar eski Yunan ve Roma dönemlerinde heybelerinde yaraları sarmak ve kanamaları durdurmak için propolis taşımışlar. Propolis Yunanca kökenli bir kelimedir. Polis ''şehir'' anlamına gelmektedir, pro ise ''savunma'' demektir. Bazı çevirilerde ''şehri koruyan'', olarak bilinir. Buradan şehrin ya da kovanın savunması anlamlarını çıkarmak mümkündür. Propolisin keşfi milattan öncelere dayanmaktadır. Eski çağlarda antibiyotik olarak kullanılmış, antibiyotik ve antiseptik özelliklerinden dolayı da tedavi amaçlı faydalanılmış. Propolisin farmakolojik özellikleri Yunan ve Romalı fizikçiler Aristoteles, Dioscoroides, Pliny ve Galen tarafından tanımlanmıştır. Bu tanıma göre propolis yaraların tedavisinde ve ağız enfeksiyonlarında bir antiseptik olarak kullanılabilmektedir. Propolis bu özellikleri ile orta çağda Avrupa'da ve Arabistan'da kullanılmıştır. İnka’lar ise propolisi ateş düşürücü olarak kullanmışlardır. Propolisin 17. yüz yılda Londra’da resmi ilaç olarak listelendiğine dair kaynakların var olduğu söyleniyor ve yine bu yıllarda anti-bakteriyel aktivitelerinden dolayı Avrupa’da önem kazanmaya başladığı düşünülmektedir. İnsan sağlığı için, vücuda alınması gereken 22 bileşeni, içinde barındırdığından dolayı propolis, bulunduğumuz yüzyılda da önem kazanmıştır. Propolisin çalışma prensibi şöyledir: vücuda girer girmez o vücuda ait kötü hücreleri hapseder ve öldürür, yaralar varsa onların enfekte olmasını önler ve iyileştirici özelliği vardır. Bilim propolisin yan etkilerini halen bulamamıştır. Alışkanlık veya bağımlılık özelliğine henüz rastlanılmamıştır. Ayrıca bakteriler diğer antibiyotiklerde görüldüğü gibi propolise bağışıklık kazanamaz. Alerji ayrı bir şey, herkesin her şeye alerjisi olabilir, ben şahsen propolise alerjik reaksiyon gösteren on yılda belki üç kişiye rastladım, onlarda da reaksiyon sivilce şeklindeydi. Tabii ki bugünün şartlarında takviye gıda olarak değil de bir hastalığı iyileştirmek için kullanılacaksa, apiterapi sertifikası olan bir tıp doktoruna başvurarak reçetelendirmek lazım propolisi.
'' Bir şeyin ilaç, gıda ya da zehir olmasını belirleyen şey onun miktarıdır!!''
Gökova'da bir arkadaşımız var, bala karşı alerjik reaksiyon gösteriyor. Bal yedeğinde hastanelik oluyor. Bir keresinde bir arkadaşı kek getirmiş, keki yapan kişi, doğal olsun diye kekin içine şeker yerine bal kullanmış, kimsenin haberi yok. Keki yediğinde tabii ki hastanelik olmuş. Dünya'nın en yararlı gıdası da olsa ona karşı sizin alerjiniz varsa o sizin için zehirdir. Hayatım boyunca arı sütüne karşı alerji olanı görmedim, var mı acaba? Çok merak ediyorum. Bazen bana arı sokması dokunuyor, acaba propolis de dokunur mu diye soranlar var. Bu, elmaya alerjim var acaba havuca da var mı? demek gibi bir şey. Bir gıdayı hiç yemediyseniz onu temkinli ve az yiyin, yakında sağlık kuruluşları yoksa sonra deneyin. Ancak şunu bilmek lazım, arı ürünleri hepsi ayrı şeylerdir. Bala alerjiniz varsa arı sütüne olmayabilir. Propolise varsa polene olmayabilir. Ya da olabilir de, bunun testini bir sağlık kurumunda yaptırmak lazım. Önemli olan bu ürünlerin ayrı ayrı ürün olduğunun bilincinde olmaktır. Eğer alerjiniz yoksa polen veya arı ekmeği alerjileri azaltan özelliğe sahip gıdalardır. Bağışıklık sistemini güçlendiren ve vitamin takviyesi olarak kullanılan ürünlerdir. Mükemmel gıdaların en güçlü olanlarıdır arı ürünleri. Arı sütü, arı ekmeği ve polen özellikle çok güçlü gıda takviyeleridir. Bu yüzden bilimsel tanımı böyle tarif edilmiştir. Yine de apiterapi sertifikası olan bir hekimden gerekli dozaj ve kullanım şekilleri konusunda görüş alınarak kullanılması isabetli olur. Apiterapi sertifikası olan bir hekim olması önemli çünkü gıda takviyeleri hakkında eğitim almış olması bu konuda dozajlama yapabiliyor olması anlamına gelir. Ayrıca kişinin vücut yapısına veya varsa hastalıklarına uygun öneriler getirebilir demektir. Bu eğitimi almamış bir kişi ürünleri tanımadığı için yanlış yorumlarda bulunabilir. Ben arı poleni ile doğadaki zehirli poleni ayırt edemeyen üst seviyede eğitim almış çok insanlara rastladım. Doğada kabaca üç çeşit polen vardır. Bitkilerin yaklaşık yüzde seksenini arılar döller. Bal arıları yenilebilir ve tıbbi değeri olan çiçeklerden polen alır. Doğada yaklaşık yüzde on kadar bitki türü vardır ki rüzgar ile döllenir. Zeytin ağacı bu tür bitkilerdendir. Çam ağacının yarısı dişi yarısı erkektir ve yine rüzgar ile döllenir. Tozların rüzgarla havaya uçuşması ile döllenen bitkilere, rüzgarla döllenen bitkiler denir. Bu yüzden baharda yerler sapsarı olur. Özellikle Ege ve Akdeniz de arabaların üstleri polenden sararır, deniz kenarları bulanır. Rüzgar her yere bu poleni taşır işte alerjik reaksiyona sebep olan zehirli polen, bu polendir. Bahar alerjisi ve hapşırmaya neden olan polen, rüzgarla döllenen bitkilerin zehirli polenidir. Arı bu poleni kullanmaz. Bir de yarasaların, kuşların ve çeşitli böceklerin döllediği bitki türleri vardır, bu da kalan yüzdeyi oluşturur. Arı poleni vitamin ve mineral deposudur. Proteince zengindir ve çok besleyicidir. İnsanoğlu fazla bir eksiklik hissetmeden sadece su ve arı poleni ile aylarca yaşamını sürdürebilir. Arılar bitkileri döllemezse otlar çıkmaz ve ağaçlar meyve vermez. Kıtlık olur. Otoburlar beslenemez, etoburlar aç kalır ve en nihayet insanoğlu da aç kalır. Lütfen polen konusu açıldığında alerjiye sebep olan zehirli polenle arı polenini karıştırmayın. Anlattığımız üç ayrı kategorinin sadece kabaca tarif edildiğini bilin. Doğa burada anlatılandan çok daha karmaşık ve derindir. Ben polenoloji uzmanı değilim, amacım bilimsel bir kitap yazmak hiç değil, haddim de değil, sadece konuların bu kadar basit olmadığını göstermeye çalışıyorum. Amacım bir farkındalık oluşturarak insanların kulaktan dolma bilgilerle değil, kendi araştırmaları sonucu hareket etmeleri için vesile olmak. Ben bilim insanı değilim, tıp doktoru hiç değilim, ancak doğayla bütünleşmiş ve onlarca yıllık birikime sahip bir birey olarak yaşadıklarımı ve bildiklerimi paylaşmak istedim, belki de birilerine ışık olabilirim düşüncesiyle bu kitabı kaleme aldım. Bu yüzden bu kitabı okuduktan sonra araştırmanızı istiyorum. Üniversite tezlerini okuyun, kaynak kitaplar bulun, tarihe bakın, apiterapi seminerlerine katılın, arıcılık kongre ve seminerlerine gidin ve gerçekleri bulun görün, uyanın istiyorum. Her insan hayatının bir bölümünde arıyı araştırmalı ve öğrenmeli diye düşünüyorum.
''Her insan hayatının bir bölümünde arıyı öğrenmeli''
Arılar polenleri kovana getirdiğinde, kafalarını bir tokmak gibi kullanarak, polenleri altıgen petek haznelerine yerleştirirler. Bu yerleştirme esnasında poleni biraz bal ve kendi enzimleri ile karıştırarak bir tür turşu haline getirirler. Polen, petek haznelerde zamanla fermente olur ve arılar tarafından ancak o zaman kullanılırlar. Fermente olmuş polene arı ekmeği denir. Arı ekmeği denmesinin sebebi yediğinizde aromalı ekmeğe benziyor olmasıdır. Baharda yediğinizde bu ekmek hafif tatlımsı bir aromaya sahiptir. Eğer arı ekmeği haziran sonlarına doğru oluşmuşsa hafif acılı bir ekmeğe benzeyebilir. Erken baharda ve baharda gelen polenler genellikle tatlıdır. Yazın floranın azalmasıyla doğada daha çok kaktüs türleri gibi dikenli bitkiler kalır. Bu tür bitkiler susuz uzun süre idare edebildiği için arılar polenleri bu tür bitkilerden alırlar ve buradan alınan polenler genellikle acı olur. Mısır gibi bazı tarım bitkilerinin de poleni acı olur. Polenin arılar tarafından fermente edilmesiyle, polen yeni bir ürüne dönüşür. Artık ona basitçe arı ekmeği denir. Genç arılar arı ekmeğini tüketerek yutak üstü bezlerden arı sütü salgılarlar. Böylece arı ekmeği de yeni bir ürüne dönüşmüş olur. Bu ürün dünyanın en mükemmel gıdasıdır ve arı sütü olarak adlandırılır. Arı ekmeğinin fermente edilmesinin bir sebebi vardır. Arı ekmeği peteklerde bekletilerek fermantasyona uğrar. Bu sırada polen kabukları çatlar böylece vitamin ve mineraller daha kolay açığa çıkar. Böylece arı ekmeği polene göre yüzde yirmi beş daha kolay sindirilir ve enzimlenir. Bu kolay enzimlenme esnasında organizma vitamin ve minerallerden daha kolay faydalanır. Şunu diyebiliriz, doğadaki en mükemmel gıda polendir, çünkü polen olmazsa diğer gıdalar ortaya çıkamaz. Polenin arı ekmeğine dönüşmesi esnasında polenden yüzde yirmi beş daha verimli bir gıda ortaya çıkar. Ancak arı ekmeğinin arı sütüne dönüşmesi polenden elli misli daha faydalı bir gıda ortaya çıkarır ki bu inanılması zor bir mucizedir. Polenin kabuklarının çatlaması neden önemlidir? Polen kabuğu dünyadaki en sert maddelerden biridir. Toprakta yaklaşık beş yüzyıl kaybolmadığı için bilim insanları araştırdıkları toprak parçasında yüzlerce yıl önce hangi bitkilerin yaşamış olduğunu tespit edebiliyorlar. Şimdi polenin arılar tarafından tüketilmeden önce neden fermente edildiğini anlayabiliyoruz. Ayrıca arıların poleni fermente etmesinin bir başka sebebi, kovanda poleni uzun süre saklayabiliyor olmaları. İnsanlar taze poleni buzdolabına koyup aylarca faydalanabilirler ancak arıların buzdolabı gibi bir imkanı yok. Böylece fermantasyon sırasında bir tür turşulama yöntemiyle, poleni uzun süre saklarken, bırakın değerinin düşmesini, hatta değerini de arttırmış oluyorlar. Mikroskop altında polen incelendiğinde her bir çiçeğin polen taneciğinin diğerinden farklı olduğunu tespit edebilirsiniz. Dış katmanında bir ay yüzeyi gibi girinti ve çıkıntılar vardır, bu küçük deliklerden enzimler girer ve vitaminleri almaya çalışırlar, bu zor bir işlemdir. Fermente esnasında polen kabukları çatladığı için enzimlenme daha kolay olur, artık enzimler küçük deliklere muhtaç değildir ve besinler hızla bağırsaklara geçmeden vitaminler emilebilirler. Poleni ham olarak tükettiğinizde polenin iç kısımlarından faydalanırsınız. Polen kabukları çok sert olduğu için bağırsaklardan atılırlar. Arı sütü, arı ekmeğinin konsantre edilmiş hali diyebiliriz, ancak bu tam da uymuyor çünkü enzimlerle daha da zenginleştiriliyor. Şunu rahatlıkla diyebiliriz arıların ihtiyaç duydukları ana besin bilinenin aksine bal değil polendir. Aslına bakarsanız balı tüketmek arılar için çok da faydalı değildir. Arılar çiçeklerden nektarı aldıklarında yüzde altmış sulu olarak kovana gelir, burada olgunlaştırılır ve su seviyesi yüzde on altıya düşürülür. Bal artık olgunlaşmıştır ve kolay kolay bozulmaz. Olgun bal arının kursağını çabuk yıpratır, bu yüzden olgun bal zor dönemler için saklanır. Kıtlık olmadıkça hatta bazen olsa bile kolay kolay ellenmez. Peki, bu kadar zahmete ne gerek var, direkt poleni yeseler olmuyor mu, diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Bizler için polen tüketmesi çok keyifli bir ürün olabilir ancak küçücük larvalar ve ana arıyı bir düşünün poleni nasıl tüketecek ve vitaminleri alacak. Yumurta çatladıktan sonra larva ortaya çıkıyor ve bu larvanın daha sindirim sistemi yokken hatta daha ağzı bile oluşmamışken nasıl beslenecek? Halbuki larva arı sütünü vücuduna direk emebiliyor, bu da ayrı bir mucize. Neredeyse bütün vücuduyla emiyor. Polen kovana geldiğinde arı ekmeğine dönüştürülüyor ve arı ekmeği de arı sütüne. Peki neden? Sorunun cevabı aslında çok da karmaşık değil. Bir ana arıyı ele alalım. Bize oranla ne kadar küçük bir varlık. Küçücük kursağına öyle bir gıda almalı ki tüm gün durmadan yumurtlayabilsin ve çalışabilsin. Bazen günde iki bin yumurtanın üstüne çıkabilen bir yumurtlama makinesi olsun. Bir tavuğu düşünün günde bir yumurta yapıyor biraz büyük veya çift sarılı bir yumurta yaptığında hayretler içinde kalıyoruz. Oysa fiziksel olarak oranladığınızda aynı gün ana arı yüzlerce yumurta yapabiliyor. Bu gücü, doğadaki en mükemmel gıda olan polenin önce fermente edilerek arı ekmeğine çevrilmesinden ve daha sonrada genç arılar tarafından tüketilerek yine bu genç arıların yutak altı bezlerinden salgılanarak elde edilen arı sütünden alıyor. Doğadaki en mükemmel gıda yüzlerce yumurta yapmaya yetseydi, poleniyle beraber çiçekleri tüketen tavuklar da günde onlarca yumurta bırakabilirlerdi. Bu tavuk yumurtasının bir mucize olmasına engel değil. Tabii ki tavuk yumurtası da çok faydalı bir gıda. Ben burada dünyanın en mükemmel gıdasının hangi aşamalardan geçip nasıl bir mucizeye dönüştüğünü anlatmaya çalışıyorum. Polen kovana geldiğinde o denli güçlü değil, yine de yeryüzündeki en mükemmel gıda, ancak henüz küçük kursaklarda ve üç günlük larvaların vücutları tarafından emilerek onların hızla gelişmesini sağlayacak mükemmellikte değil, aşamalardan geçip kendi gücünü elli misline çıkarmalı ve arı sütüne dönüşmeli. İşte mucizelerin nasıl daha mükemmel mucizelere dönüştüğünü arı öğretiyor bize.