Dantel Arıcılar 6.Bölüm

''Yarışma, yaşa''

İnsanlar özellikle şehirlerde amansız bir yarış içindeler. Bir gün emekli olup elden ayaktan kesildiklerinde, geriye bakınca, bu yarışa ne zaman başladıklarını ve niçin bu kadar mücadele ettiklerini hatırlamazlar. Zaman, fark etmeden geçip gitmiştir. Bazen salt güzel bir hafta sonu geçirmek için, hunharca çalışılan tüm bir hafta, bazen bir hafta tatil yapmak için çalışılan koca bir yıl geçip gitmiştir. Bazen, evin ya da arabanın borcunu ödemek için ailemizle geçireceğimiz tatil günlerini kaybetmişizdir. Yıpranan vücutlar şimdi tansiyon, şeker, kolesterol gibi hastalıklarla mı uğraşmaktadır? Yoksa, Allah korusun, daha kötüsü ile mi? Hastalıklar adeta normalmiş gibi hayatımızda, artık kanserli birine rastlamak bile bizi şaşırtmaz olmuş, sanki grip kadar basit kalmış. Peki değmiş mi bunca geçen zamana ve çabalara, feda edilen o değerli vakitlere? Bu yarış, bitmeyen bir çile ve derin bir kabusa dönüşür bazen. İnsanlar bazı şeylerin yanlış olduğunun farkındadırlar, ama çoğunluk böyle yapıyor diye doğrusu bu sanırlar. Neden, niçin sorularını sormaya cesaret edemezler veya bunlara vakitleri yoktur. Doğada on kilometre yolu biraz tempolu yürüdüğünde bir insan, çok rahat iki buçuk saatte yürüyebilir, bu olağandır. Şehirlerde bir semtten bir başka semte belki yirmi kilometre yoktur ama arabayla bazen iki saatte gidemezsiniz o yolu. Şehirlerin nasıl bir stres kaynağı olduğunu bilir insanlar ama el bırakmaya cesaretleri yoktur. Oysa bırakamadıkları o şehirler onları yutmaya hazırdır ve her gün onları bir vakum gibi içlerine çekmektedir. Ben müdür olarak işi bırakıp doğaya yöneldiğimde altı ay kendime gelememiştim. Her gün sabah erken saatlerde yataktan sıçrar ve acaba bugün hangi işleri halletmem lazım diye stres yaşardım. Bir an sanki işe gitmem gerekiyor diye düşünür, sonra etrafıma bakar yavaş yavaş sakinleşir ve artık müdür olmadığımı hatırlayıp, büyük bir rahatlamayla yastığa kafamı koyar ve uyumaya devam ederdim. Bu durum yaklaşık altı ay sürdü ve bir gün artık kafamın içinde bir arınma oldu. Sakindim, artık sıçramıyordum, geceleri ve sabah erken saatlerde rahat uyuyordum artık, kaygı duymadan. Daha net görüyordum etrafımı, daha net duyuyor ve algılıyordum sesleri. Daha önce hiç farkında olmadığım şeylerin farkına varabiliyordum artık. Yanından geçip gittiğim ağaca bakıp onun güzelliğini fark edebiliyor ve yeni açmış bir kaktüsü veya çiçeği fark edip içimden ''ne güzel'' diyerek, seviyor, hayranlık duyuyor ve takdir edebiliyordum. Etrafımdakilerle selamlaşıyor, onlara sevgi ve saygımı sunabiliyordum. Bir hayalet değildim artık. Her sabah uyandığımda şükrediyordum. Artık hayatın gerçekleri, ağaçlar, çiçekler, kuşlar, kediler bir reklam şeridi gibi bilinçsizce yanımdan geçip gitmiyordu, farkındalık başlamıştı. Onlar benim için varlar, buradalar. Onları, havada ciğerlerime çektiğim oksijeni, görebildiğim ve göremediğim her şeyi, artık hissedebiliyordum. Bazen oynaşan kedileri, köpekleri, kazları, tavukları seyrediyor ve dinleniyordum. Onların oynaşmaları, kavgaları, hareketleri, sesleri bir terapi gibi oluyor. Bazen ne kadar boş işlerin peşinde koşarak zaman yitirdiğimi hatırlıyor ve hayret ediyorum. Elbette şehirlerde yaşamayı seven stresi seven veya kariyer yapmayı tercih eden insanlara saygı duyuyorum, bu onların tercihleri. Ben burada daha çok kendimi anlatıyorum ve belki de mutsuz olup el bırakmak isteyen birkaç kişiye cesaret verebilir miyim diye bakıyorum. Birilerinin hayatına olumlu dokunmak, onlara yardımcı olabilmek insana iyi geliyor, onun için anlatıyorum bütün bunları. Siz de bu kitabı bu sayfalara kadar okuduysanız doğaya karşı bir heyecan duyuyorsunuz gibi! Bir de tabii şehirde yaşamaya mecbur olanlar var, onlara bir şey diyemem, onlar azınlıkta ve çok küçük bir yüzde oluşturuyorlar. Genellikle çoğu insanın bahaneleri var ve uydurdukları mazeretleri. Ben kendi arkadaşlarımdan ve akrabalarımdan gözlemledim yıllarca, biliyorum. Çocuğumun okulu bitsin, emekli olayım, şimdi düzenimi bozamam, ne yapacağız orada? Torunum var ayrılamam... Bu böyle devam eder gider, tanıdık geldi mi? Gerçekten doğayı seviyorsanız, şehirden bıktıysanız ve hayatınızda mutlu değilseniz, hiçbir bahaneyi dinlemeden küçülmeyi bileceksiniz. İmkanlarınızı değerlendirin. Çocukların okulunu bahane ediyorsanız bu bir mazeret değil. Köylerde, ilçelerde çok iyi eğitim veren okullar var ve buradaki öğretmenlerin sınıf mevcutları genellikle şehirdekilere göre yarı yarıya daha az. Ben otuz yılımı kırsal kesimde geçiren ve eşi öğretmen olan biriyim, bu tecrübeyle anlatıyorum. Kişi sayısına oranlarsanız, imkan verildiği takdirde, buradaki çocuklar da en az şehirdekiler kadar başarılı olabiliyorlar. Benim şu an yaşadığım Kızılyaka'da neredeyse her hanede bir üniversite mezunu var. Burada eğitime çok önem veriliyor, öğretmene saygı üst düzeyde. Burada hukuk, tıp, öğretmenlik gibi önemli ve kariyerli meslekleri kazanıp okuyan çocukları küçüklüklerinden bu yana bizzat tanıyoruz. Demek ki şehirle çok alakası yok eğitimin. Aile terbiyesi ve okuma arzusu çok önemli. Buna örnek olacak ve çocuğu ile ilgilenerek onu teşvik edecek aile en önemlisi. İlgi alaka ve sevgi, en iyi okuldan daha önemlidir. Bir de işin ruhsal boyutuna ve çevresel faktörlere bir bakalım. O zaman şehirdeki çocukların hiç şansı yok gibi. Biz çocuğumuzu ilkokul birden liseye kadar köyde okuttuk ve köyde büyüttük. Sonra köyde lise olmadığı için Muğla merkezde okuttuk, ancak takdir edersiniz ki, hele o yıllarda Muğla merkez, İstanbul’un bir mahallesi kadar bile değildi. Bir kere doğanın içinde büyüyen çocuk toprakla temas ettiği için sağlıklı bir bünyeye sahip oluyor, basit ve yaratıcı şeylerle oyun oynuyor ve zihinsel olarak daha iyi gelişebiliyor. Hayvanlarla temas kurup onlardan bir şeyler öğreniyor ve fareden, yılandan, örümcekten korkmamayı öğreniyor. Şehirdeki insanların fobilerinin birçoğunu daha küçük yaşta atlatmış oluyor. Bağışıklık sistemleri güçlü oluyor, yaratıcı zeka gelişimleri sağlıklı oluyor. Hem fiziksel aktiviteleri yüksek olduğundan obezite diye bir kavrama daha az rastlanıyor hayatlarında. Ruhsal olarak da daha dingin oluyorlar. Sosyalleşmeleri daha güzel oluyor, arkadaşları ile saklambaç, seksek, yakar top oynayarak hem sosyalleşiyor, hem fiziksel gelişimlerini sağlıyorlar. O esnada öğreniyor ve deneyim kazanıyorlar. Ben çocuk uzmanı değilim üniversitede birkaç ders aldık ama buna dayanarak konuşmuyorum. Yılların gözlemi ve köyde büyüyerek biyokimyager olan bir kız babası olarak anlatıyorum. Bizim kızımız köyde büyüdü, deniz kenarında balık tuttu, sokakta, bahçelerde gönlünce koşarak oyun oynadı, baharda rengarenk ovalarda çiçek topladı. Yine o yıllara geri dönsek çocuğumuzu köyde yetiştirmeyi tercih ederdik. Köyde yetişen çocuklar doğaya dokunuyor, hissediyor, tecrübe kazanıyor. Ot topluyor, diken yiyor, mantar topluyor, balık yakalıyor, ahtapot yakalayıp satıp kendilerine dondurma alıyor. Kazanmayı öğreniyor, kaybetmeyi de. Kaybetmeyi öğrenmek ne kadar önemli çocuklar için. Her zaman balık tutamıyor ya da mantar bulamıyor. Yakar top oynadığında her zaman kazanamayacağını öğreniyor. Arkadaşı kazandığında kendisi için üzülmek yerine arkadaşı için sevinmeyi öğreniyor. Kaybetmeyi öğrenemeyen çocukların hayatta mutlu olmaları çok zordur, hep bir tarafları eksik kalır. Kaybetmeyi öğrenen bir çocuk olgunlaşıyor demektir. Hayatın içinde kazanmaktan çok kaybetmek vardır.

''Kaybetmek de bir kazançtır''

Kaybetmek bir deneyimdir aslında, bir dengedir. Kırsaldaki çocuklar temiz hava soluyor. Temiz havanın ne kadar kıymetli olduğunu şehirde yaşayanlar daha iyi bilir. Pis havanın rutininden çıkıp kırsala tatile gelenler genellikle ilk bir veya iki gün sarhoş gibi olurlar, bol oksijene alışamaz vücutları. Kırsaldaki çocuk çevresindeki meyvelerden, ağaçlardan, otlardan faydalanır. Hangisi ne zaman olgunlaşır nerede büyür otomatik olarak hayatın içinde öğrenir. Arkadaşlarının dertlerini bilir, ailelerinin yapısını bilir, sosyaldir, hayatın içindedir. Bunlar önemlidir. İleride hep karşısına çıkacak mevzulardır. Yardımlaşmayı bilir, imece diye bir şey vardır köylerde mesela. Odun taşır, annesinin pazar çantasını taşır, bahçeyi sular, hayvanlara bakar, sorumluluk alır. Deniz kenarında olanlar yüzmeyi erken yaşta öğrenir, dağlık kesimde olanlar dağ koşullarını ağaçları öğrenir. Örneğin yağmurun ne zaman yağacağını, fırtınanın ne zaman kopacağını tahmin edebilirler. Şehirdeki çocukları kapıda servis alır tekrar kapıya bırakır. Top oynanacaksa ya da yüzmeye gidecekse tekrar arabayla kursa bırakılır ve arabayla tekrar eve servis yapılır. Şehirdeki çocukların da kendilerine göre avantajları vardır elbette. Örneğin tiyatro, sinema gibi aktiviteler daha ulaşılır olur. Ancak dezavantajları çoktur. Hele günümüzde sokakta çocuk nasıl top oynasın arabayı park edecek yer bile zor bulunurken. Hareket azdır, iletişim azdır, sosyalleşme azdır, televizyona, tabletlere ve bilgisayar oyunlarına ayrılan vakit fazladır. Demek istediğim kısacası şu, taşrada yetişen çocuklar düşünüldüğü kadar eksik değildir. Hatta bazı konularda şehirdeki çocuklardan üstün olabilirler.

''İkinci bahar''

Arıcılığın en güzel yanı, baharı takip ediyor olmak ve bir yılda iki bahar yaşamanın ayrıcalığına sahip olmaktır. Denize yakın olan yerlerde ve özellikle Ege ve Akdeniz sahillerinde bahar erken gelir. Burada bulunan arılar yaylalara göre iki hatta üç ay erkenden baharı yaşar ve gelişirler. Buralarda kuraklık başlayıp baharın nimetleri bitince arıcılar, arılarıyla beraber, yaylalara doğru ikinci bahar yolculuğuna çıkarlar. Ya da daha serin olan bölgelere tarla bitkilerinin bol olduğu bölgelere arılarını götürürler. Bizim de ilk ikinci bahar tecrübemizin zamanı gelmişti.

''Baharı yakala''

Bir yerde sürekli çalışıp yaşayan insanlar yılda bir bahar yaşarlar, oysa arıcılar yılda iki hatta üç bahar yaşayabilirler. Bu onların arılarını götürdükleri yaylaların rakımları ile ilgilidir. Bizim ülkemizde yayladan sonra arıları doğuya doğru götürdükçe rakım yükseldiğinden bahar bu taraflara daha geç gelir. Örneğin; Akdeniz'de şubat ayında uyanan arı, yaylada nisan gibi tekrar erken bahar yaşar. Aynı arıyı Sivas hatta Erzurum'a götürürseniz mayıs ortasında, hatta haziranda tekrar erken bahar yaşayabilir. Bahar insanın yaşayabileceği en güzel mevsimdir. Toprak ana uyanır tüm ihtişamını ve yaratıcılığını rengarenk bir tablo gibi önümüze serer. İnsanın içi de uyanır, kıpır kıpır olur, aynı zamanda tüm doğa için aşk mevsimidir. Kelebekler uçuşur insanın içinde. Ağaçlar filizlenir; bademler, erikler birer gelin gibi bembeyaz oluverirler. Tüm bitkilerin ve hayvanların çoğalma dönemidir, taze filizler fışkırır her yerden. Minik kuzucukları ve o muazzam tatlı oğlakları seyretmek mutluluk verir. Tavuklar gurka yatar minik civcivler için. Arılar hızla çoğalır, artık oğul mevsimi gelmiştir. Bahar candır, yaşamdır. Arıcı o kadar şanslıdır ki, bunu iki kez yaşayabilir. Her baharın kendine has güzellikleri vardır.

Bizim de ikinci bahar için ilk tecrübe zamanımız gelmişti. Ancak nereye gideceğimizi bilemiyorduk. Rahmetli babam, ben ve kardeşim önümüze haritayı aldık ve araştırmaya başladık. Ege'nin yüksek rakımlı yayla köylerinden birine gitmek istiyorduk. Nazilli tarım ilçe müdürünü aradık, o da bize Yukarı Avra köyünü tavsiye etti ve muhtarın telefonunu verdi. Üçümüz arabayla gidip, oraları görüp, arı yeri ayarlamaya karar verdik. Muhtarı aradık ve geleceğimiz gün için randevu aldık. Gittiğimizde sağ olsun muhtar bizi yolda karşıladı ve ilgi alaka gösterdi. Hiç unutmam o zaman düşünmüştüm ''ne kadar misafirperver insanlar'' diye. Köyün girişinde derin bir vadiye manzarası olan bir yerde buluşmuştuk. Çeşmeden akan serin ve temiz sudan içip serinlemiştim. Arka arkaya arabalarla köye indik. Burada da sıcakkanlı insanlar tarafından karşılandık. Üç adet kahvesi olan bir köy meydanına geldik. Devasa dut ağaçlarının gölgesinde çay, kahve içildi. Sohbetten sonra bize arı yerleri göstermek üzere muhtarın azası görevlendirildi. O da çok yardımsever biriydi. Bize üç adet yer gösterdi, birisini seçtik. Tabi tecrübesizdik, pratik bilgimiz azdı o yıllarda, biz arıya iyi olacak yerden çok kendimiz için manzarası güzel olan yeri seçtik. Sonradan edindiğimiz tecrübeye göre biraz yüksek ve korunaksız bir yer seçtiğimiz ortaya çıktı ve bu da bize bir tecrübe olacaktı. Bunu arıları oraya getirip koyduktan ve orada bir bahar geçirdikten sonra anladık. Bir Alman atasözü var ''Sonradan herkes akıllı olur'' diye. Yanlış şundan kaynaklanmıştı; köyün ılıman yeri biraz aşağıdaydı ve açan kiraz ağaçları da oradaydı. Bizim arı yüksekte olduğu için ve bölgede hakim rüzgarı da aldığı için kovandan biraz geç çıkıyordu, aşağıya uçana kadar diğer arılar zaten bir saattir çalışmaya başlamış oluyorlardı. Ayrıca bizim arı yokuş aşağı boş uçuyor, kursağı doluyken kovana gelmek için yokuş yukarı uçmak zorunda kalıyordu. Bu da enerji kaybına yol açıyordu doğal olarak. Gece burası aşağıdan daha serin olduğu için bizim arı ısınmak için daha çok bal harcıyordu. Ayrıca aşağıdaki arılar daha kısa mesafe uçtuklarından gün içinde daha fazla nektar toplayabiliyorlardı (Nektar çiçeğin salgıladığı sıvıya denir, bu sıvı kovanda olgunlaşınca bala dönüşür). Bizim arılar uzun mesafe uçarken bazen sert ve aniden esen rüzgarlarla savruluyor ve yaralanıp zayi olabiliyorlardı. Ayrıca uçuş yolu ne kadar uzunsa düşmanların şansı o kadar artıyordu. Arı kuşu ya da kırlangıç kuşları kursağı nektar dolu olan arıyı bekler ve kolayca avlayabilirler. Bu kuşlar arıları kovandan uçarken ellemez, çünkü dönüş yolunda kursaklarında değerli besin kaynağı ile döneceklerini genetik olarak bilirler. Bir başka olumsuzluk da arıların ömrü bal toplama mevsiminde uçtukları mesafeye bağlıdır. Belli bir mesafeden sonra arıcıların tabiri ile ''motoru yakarlar''. Arının rengi bu dönem iyice koyulaşır ve sırtı neredeyse simsiyah olur. Herhalde bu tabir oradan gelmektedir. Arı yaşlanmıştır artık ve ölüme yakındır. Ölmek üzere olan arı arkadaşlarına iş çıkmasın diye kovanın dışında ölmeyi tercih edermiş. Arı konduğu yerin yaklaşık elli kilometre çapını tarayabiliyormuş. Bu kocaman bir pergelin bir ucunu kovanın oraya koyup sonra 4600 metre ilerde bir noktaya koyup çevirmeye benziyor. Bu küçücük dostlarımız için inanılmaz bir alan. Ancak arı, aradığını yakında bulursa uzağa gitmeyi tercih etmez, zorunlu kalırsa alanı genişletir. Arıcı olarak bizim görevimiz, kovan yeri seçerken bütün bu kriterleri önceden düşünüp kovanları kaynağa en yakın yere koymaktır. Kovanları koyduğunuz yer soğuk kuzey rüzgarlarına kapalı olmalı, uçuş deliği ılık güney rüzgarlarının estiği tarafta ve güneşin ilk ışınlarının geldiği hafif doğuya bakmalı. Yani güneydoğu gibi konuşlanmalı. Böylece, sabahın ilk saatlerinde uçuş deliğinin içine kadar giren güneş ışınları, onlara uçmak için gerekli olan hevesi ve cesareti verecektir. Ayrıca arının suya ihtiyacı düşünüldüğünden fazladır. Su kaynağına ne kadar yakın koyarsanız, o denli az kilometre yaparlar, kovana su taşımak için ekstra yorulmazlar. Suyun olmadığı yerlerde arıcılar su havuzları yaparlar. Bütün bu kriterler toplamda çok fark ediyor. Biz bir ara bunları ölçümlemek için bir tane kovanı tartının üstüne koymuştuk ve sabah, öğlen, akşam değerleri kaydetmiştik. Gündüz üç kiloya kadar fazla balı olan kovanlar gece eksiye düşebiliyorlar. Gece yavruyu beslemek ve ısıtmak için inanılmaz bir enerji gerekiyor, bu da bal tüketerek oluyor. Bu yüzden kovanları koyacağımız yer çok önemli gece ne kadar bal tüketileceği buna bağlı. Arının ne kadar zayiat vereceği ve kovan sağlığı buna bağlı. Bütün bunları biz acı bir tecrübeyle sonradan öğrendik.

''Tecrübeyi satın alamıyorsunuz, zaman ve emek gerekiyor''

Bu yüzden arıcılığa başlarken üç, beş veya en fazla yedi kovanla başlayın ve bir yıl bu şekilde bir pratik yapın. Çünkü arıcılık, bir sorumluluk taşımanın yanı sıra ciddi bir emek ve masraf gerektiriyor. Yaylaya gitmek, kalmak, yemek, içmek ve arıları götürmek, getirmek ciddi bir masraftır. Dikkat etmelisiniz, her zaman gittiğiniz yayla, aynı mevsimde, aynı tarihte farklı ısılarda olabiliyor, mevsim ısıları birbirini tutmayabiliyor. Normalde ılıman olması gereken bir zamanda gidiyorsunuz ki buz kesiyor olabiliyor. Sizin elinizde olmayan sebeplerle risk taşıyor olacaksınız. Her zaman bal yaptığınız yaylada on yılda bir lodos fırtınası yaşanabilir ve o yıl size denk gelebilir. Sizin hesaba katmadığınız bir sürü varyasyonlar ve sürprizler vardır doğada. Aniden arıları başka bir yaylaya tekrar taşımak zorunda kalabilirsiniz. Bunlar hep masraf olabilir. Bal almaya gittiğiniz yaylada bir bakmışsınız haftalarca yağmur yağabilir ve siz arılar açlıktan ölmesin diye onlara şeker şurubu vermek zorunda kalabilirsiniz, bunlar hep emek ve masrafla oluyor. Bal alamadığınız kısım da cabası. Arıcılar hep, bol bereketli yıllarda nasıl bal aldıklarına dair toz pembe hikayeler anlatır; ''Abi, bir gittik yaylaya kulübeyi kurduk; yarım saat kestirmişim, bir uyandım güzel bir arı sesi, kovanın birinin kapağını aralayayım dedim, bir baktım ki bembeyaz dalağı inmiş''. Arıcılar hep nasıl bal aldıklarını anlatır ama kötü geçen yılları kimse anlatmaz. Oysa o güzel mevsimi belki de on yıl içinde iki kere yaşamıştır. Arıcı aynı zamanda meteorolog gibi, hava koşullarını takip eden ve bilinçli planlar yapan kişi olmalıdır. Her şeyi bir anda öğrenemezsiniz. Bu yüzden az bir arı ile başlayıp, bir yıl sonra biraz çoğaltarak ilerlemekte fayda var.

Biraz da Avra’dan bahsedelim. Yukarı Avra ve aşağı Avra olarak geçer. Burası kiraz bahçeleri olan bir yayla köyü. Buradaki kiraz ihracata gittiğinden bahçelerde kalıntı bırakan ilaç kullanılmaz. Ayrıca kirazlar çiçekteyken ilaç hiç atılmaz. Herkes kirazını yüksek fiyatlara satmak istediğinden komşusunu kontrol eder ve yanlış yapmaması için uyarır. Buradaki kirazların tadı gerçekten bir başka. Rakım 800 ile 1200 metre arasında değişiyor. Yukarılarda kestane ve ceviz var, aşağılarda kiraz, onun daha alt kısımlarında incir, ayrıca zeytin ağacı da oluyor bu bölgelerde. Dağlarda meyve bolluğu olan ve ovalarda bal akan bir yer burası. Çevre tam bir bolluk ve doğa zenginliği içinde. Bu yüzden Ege'nin incisi deniyor Nazilli’ye. Aydın, Nazilli bolluk ve bereket demek. Allah Ege'ye bolluk ve bereket bağışlamış. Zaten eski Yunan filozofları bile, bu bölgenin insanının ne kadar şanslı olduğunu söylemiş. Datça'da milattan önce 64 yılında yaşayan Strabon ''Tanrı uzun ve sağlıklı yaşatmak istediği kullarını Datça ya gönderir'' diye boşuna söylememiş. Avra'da inanılmaz deneyimler yaşadık, insanları çok misafirperver. Burası bizim ilk yayla tecrübemiz oldu ve bu bakımdan bizde ayrı bir yeri vardır. Yazla Arı Çiftliği’nden karavanla yola koyulmamızı hiç unutamıyorum. O gece arıları kamyona yükledik ve önden yolladık, nasıl olsa arkadan arabayla yetişecektik. Kamyon gittikten sonra, son eşyalarımızı arabaya sıkıştırdık ve karavanı arabanın çeki demirine yerleştirdik. Karavanın araca bağlantısını yaptıktan sonra herkesle vedalaştık. Artık ilk tecrübe için yola koyulma vakti gelmişti. Avra bizi bekliyordu. Kardeşimle ne kadar heyecanlandığımızı dün gibi hatırlıyorum. Bir yandan kafamıza koyduğumuzu gerçekleştiriyor olmanın mutluluğu, bir yandan evden ayrılmanın burukluğu vardı. Yeni bir macera başlıyordu. Hep anlatılan şu meşhur yaylaya, artık biz de gidecektik ve belki de bizim de anlatacak bal hikayelerimiz olacaktı. Herekse el salladık. Bir yandan endişelerimiz de yok değildi, karavanla yola çıkmakta tecrübemiz yoktu, ayrıca gece yolculuk daha riskliydi, ancak arı taşıma işi gece olmak zorundaydı. Bizim orada Sakar diye bir yer var, Akyaka veya Marmaris civarına gelenler bilirler, çok dik bir yokuştur. Bizim arı çiftliğine de on kilometre uzaklıktadır. İşte tam Sakar’ın ilk yokuşunu çıkarken ''çat'' diye bir ses geldi, aynaya bir baktım arkada karavan yok. Kardeşimle bakıştık ve bir saniye süren o sessizlik içinde ikimizde dona kalmıştık. Bir anda fren yaptım ve sağa çektim. İkimizde bir hışımla indik araçtan ve bir baktık ki karavan yolun kenarında duruyor. İnanamadık! En azından tek parça duruyordu ve o an arkadan kimse gelmediği için herhangi bir çarpışmada olmamıştı. Yolun kenarındaki emniyet demirlerine lastik sıkışmış, fren görevi yapmıştı, sadece lastiğin üstündeki çamurluk kırılmıştı. Şanslıydık ki, kimse yaralanmamıştı ve büyük bir hasar yoktu. Ancak ikimiz için de o bir saniye sanki saatler sürmüştü. Büyük zorluklarla lastiği sıkıştığı yerden çıkarıp, karavanın arabaya bağlantısını sağladıktan sonra, tekrar yola koyulmuştuk. Bu arada arılar da epey yol almış ve şoför de yolda bir yerde yemek molası vermişti. Onlara yetişip biz de bir şeyler atıştırdıktan sonra yolumuza devam etmiştik. Çok şükür ki arı yolculuğu maceramız erkenden bitmemişti. Vardığımızda arıları indirmeye başladık. Artık yorulmuştuk, ancak bir yandan buraya kadarını sağ salim başardık diye düşünüyorduk. Gece sabaha doğru kamyondan arı kovanlarını indirmek ve doğan güneşi karşılamak, çok farklı bir atmosfer. Kamyoncuyla vedalaşma vakti gelmişti ve sözleştiğimiz ücreti verdik. O da bizden mazot farkı istedi, nedenini sorduğumda ''yollar tahmin ettiğimden daha virajlıymış'' dedi, iyi mi? Sürpriz masraflar çıkabiliyor.

''Başkasını düşün, yardım et''

İlk yerleştiğimiz sabah, uyandığımızda kahvaltı yapmak için hazırlığa başlamıştık. O esnada çok aşağılardan bir adam atıyla beraber bize doğru tırmanarak geliyordu. Gayet emin adımlarla yavaş yavaş çıkıyordu yokuşu, sanki hiç gelemeyeceklermiş gibi uzaktaydı. Biz biraz seyrettikten sonra umursamayıp kahvaltımızı hazırlamaya devam ettik. Çayımızı demledik, ekmeğimizi doğradık, bir de baktık ki yumurtamız yok, almayı unutmuşuz. Neyse dedim ''bugün de yumurtasız yapacağız kahvaltıyı''. Biz, tam başladık kahvaltı yapmaya, gözümüz yukarıya doğru gelmekte olan atlı adama kaydı, epey yaklaşmıştı. Artık yüzünü görebiliyorduk. Gayet büyük, kahverengi ve heybetli atının yanında yürüyordu. Altmışlarında, kovboy filmlerinden çıkıp gelmiş edasında, ince, uzun boylu, doğal olarak kırışık fakat sıkı olduğu belli olan yüzü ile yakışıklı bir adam vardı karşımızda. O kadar yaklaşmıştı ki, tam günaydınlaştık, heybeden bir poşet dolusu yumurtayı ''tak'' diye masanın üstüne bırakıp, ''siz dün gece geldiniz yumurtanız yoktur'' dedi ve gülümsedi, sonra uzaklaşıp gitti. O gülümseme daha çok hafif gururlu bir sırıtmayı da içeriyordu, çünkü yüzümüzdeki şaşkınlıktan, haklı olduğunu anlamıştı. O, mutlu ve haklı bir sırıtma ve gülümseme arası bir şeydi. Bizi şaşırtmış olması hoşuna gitmiş gibiydi. Gerçekten de, ikimizi de iki saniyeliğine şaşırtmayı başarmıştı, donup kalmıştık, herhalde bu da yüzümüze yansımış olmalıydı ki, karşı tarafın hoşuna gitmişti. Gerçekten hayatımda hiç unutamadığım anılarımdan bir tanesi olmuştur. Kendisi, sonradan tanışıp abi kardeş gibi yakın olduğumuz Hüseyin Abi’ydi. Haklı olmayı severdi, taşrada bilgelik ve tecrübe ona yakışıyordu. Kendi şahsına münhasır güçlü karakterli ve tecrübeli bir çiftçiydi.

Avrada geçirdiğimiz günlerde suyun kıymetini öğrendik, çünkü hem kullandığımız hem içtiğimiz suyu taşıyarak getiriyorduk. Bazen de caminin avlusuna gidip orada dinleniyor, ağacından kiraz yiyorduk. Geceleri güneş enerjisini kimse kullanmadığı için, abdest bölümünü hamam gibi kullanıp sıcak suyla duş alıyorduk. Köyün biraz dışında ve karanlık olduğundan, sokak lambaları da yanmadığı için dışardan gözükmüyorduk. Sadece yıldızlar vardı ve gecenin sessizliğinde biz, gök kubbenin altında açık hava hamamındaydık.

Bir gün oturuyoruz ve yorulmuşuz ama hiç yemek yapmak için zamanımız olmamış, bir an ne yapacağız derken karşıdan elinde tepsiyle bir kadının bize doğru yürüdüğünü gördük. Yaklaştı ve tepsiyi önümüze koydu, ''Siz gurbettesiniz afiyet olsun, ben tepsiyi birazdan alırım'', diyerek uzaklaştı. Çok tuhaftır, etrafınıza bakarsınız, kimse yoktur dağ başında ama yine de birileri sizi görür, birileri sizi düşünüyordur, birileri vardır ve size yardımcı olmak ister, özellikle gurbette iseniz. Oysa şehirlerde insan doludur her yer, yine de yalnızsınızdır! Ormanda aç kalmazsınız ama insanların bol olduğu şehirlerde aç kalabilirsiniz.

''Mutlulukların en güzeli, başka bir varlığı mutlu edebilmektir.''

Eskiden, 1980'lerde hatırlıyorum İstanbul'da mahallelerde bir şey pişirildiğinde annem ya da babaannem ''al oğlum şu tabağı yan komşuya götür'' derlerdi. Götürdüğümüz kişi ya yalnız yaşayan biri, ya hasta olan bir komşu, belki yeni cenaze çıkmış bir hane, belki fakir biri olurdu. Ancak 1990'ların sonlarına doğru bu adetler yok olmaya başlamıştı. Sebebi şu veya bu, birileri ya da bir şeyler, bizleri yalnızlaştırdı ve yüreklerimizi taşlaştırdı. Bunu kim ya da kimler yaptı bilmiyorum, ama köylerde böyle değil. Umarım ileride aynı akıbet köyleri de vurmaz.

Avra ilginç bir yerdi. Sanki herkes bize yardımcı olmak için çaba sarf ediyordu. Bir de Hasan’ımız vardı, çok hızlı arkadaş olmuştuk, hala birbirimizi arar ve ziyaret ederiz, hiç kopmadık. Ne lazımsa söylerdik ona, her konuda yardımcı olmaya çalışırdı bize. O da bizden bir şeyler öğrenirdi. Bizi evine yemeğe alır ve çok saygılı davranırdı. Efendi, ağırbaşlı ve hep minnettar kalacağımız insanlardan biri. Hasan bir gün geldi ve ''abi size bir şey soracağım, ya siz polis misiniz?” dedi. Biz çok şaşırmıştık. Neden, diye sorduğumda ''köyde herkes öyle zannediyor sizi'', diye ekledi.

''Dış görünüşe aldanma''

Bizim Avra ya ilk gelişimizi düşündüm. Station wagon bir mercedes, arkasında karavan ve biladerin boynunda kocaman lensli bir fotoğraf makinesi, gözünde beyaz çerçeveli güneş gözlüğü! Sonra arılarda çalışırken giydiğimiz kıyafetler ve beyaz eldivenler. Sırf bu yüzden Datça'lı bir arıcı bize, ''dantel arıcı'' lakabını takmıştı. Çok paramız olduğundan değil, görünüşümüz farklıydı. Kullandığım araba eskiydi ve karavan da ikinci el ucuz bir versiyondu. Ancak kıyafet ve tavırlarımızla çiftçi profiline benzemiyorduk ya da normal arıcı profiline de uymuyorduk. Muhtemelen o civarda yamuk işler yapan birileri, sivil polis olabileceğimizden tedirgin olmuş ve kahvede bizleri soruşturmuşlardır, polis olabileceğimiz dedikodusu böylece çıkmıştır ortaya, diye düşündük. Ne olduğunu ve neden olduğunu ortaya çıkaramamıştık ama Hasan'ı polis olmadığımıza ikna edene kadar canımız çıkmıştı. Sanırım köyün çoğu hala bizim sivil polis olduğumuzu sanıyor.

Hasat zamanı kirazlar toplanır ve köy meydanında satılırdı. Herkesin cebi para görünce gerçek kiraz festivali başlardı. Tostçuda rakı sofrası bile kurulurdu. Civardan çeşit çeşit esnaf, meydanda pazar açar, paralanan ahaliye bir şeyler satarak, hem kazanç elde eder hem de buradakilerin eksiklerini giderirlerdi. Öyle ya, köye ne zaman para gireceği belliydi. Öyleyse buraya tezgah açılabilirdi, işte doğal olarak festival vardı. Yenilir, içilir ve harcama yapılır. Festival başka nasıl tarif edilirdi. Haneye para o dönemde girdiği için, köydeki gençlere de daha çok kiraz hasatından sonra düğün yapılırdı. Bizleri de düğünlere çağırırlar, hem muhabbet için hem de gurbette olduğumuzdan, en azından düğün yemeklerinde karnımızı iyice doyurabilelim diye. Hiç unutmam, ilk düğün yemeğinde, elinde bir bardakla bir genç önüme dikildi ve ''su içer misin?'' dedi. Bir de baktım ki düğünde herkes aynı bardaktan içiyor. O dönem bunlar doğaldı. Şimdi bulaşıcı hastalıkların olduğu zamanlarda bu düşünülemez tabii. Eskiler bilirler, doğal kaynak suyu olan çeşmelerde bir metal veya cam bardak bulunurdu, çeşmenin başına gelenler onu şöyle bir çalkalar sonra da suyunu içerlerdi. Eskiden bu normaldi.

''Hayat bir festival, kaçırma''

Dağ köylerinde olduğumuz yıllarda, çöp kültürü pek yoktu. İnsanlar, çöplerimizi arabada biriktirip aşağıya şehre götürüp attığımızı görünce, çok şaşırmışlardı. ''Neden dereye atmıyorsunuz'', diye sorduklarında, bu kez biz çok şaşırmıştık. Çalıları şöyle bir aralayıp baktığımızda derenin çöp içinde olduğunu gördük. O canım dere, çöp içindeydi. Hemen nedenlerini anlattık ve muhtarla, aza ile konuştuk. Bu yaptıklarının ne kadar zararlı ve tehlikeli olduğunu izah ettik. Attıkları çöplerin doğayı ve suları kirlettiğini yeraltı sularının zehirlenmeye başlayıp, köylü tarafından tüketildiğinde bulaşıcı hastalıkların olabileceğini anlattık, çok dikkatle bizi dinlediler. Daha sonra oralara gittiğimizde artık bundan vazgeçtiklerini gördük, çok sevindik. Bizler de bir yere dokunabilmiş ve katkı sağlayabilmiştik. Bu bizim için tüm kazançlardan daha önemliydi.

IdeaSoft® | E-Ticaret paketleri ile hazırlanmıştır.