Dantel Arıcılar 7.Bölüm Son

''Hayata, hayat için dokun''

Arıcılığa başlayanlar, bazen arıcılığı son çare olarak görür, dışarıdan bakıldığında sermayesi az olduğundan, tüm diğer çiftçilik faaliyetlerine göre daha kolay gözüktüğünden tercih ederler. Çünkü paraları azdır ve işleri yoktur. Genellikle gemileri yakıp, şimdi ne yapabilirimin cevabını ararlarken önlerine arıcılık çıkar. Bunda bir terslik yoktur, ancak birden konunun içine dalmak yerine, daha önce de belirttiğimiz gibi temkinli ve ufak adımlarla başlayarak ilerlemek gerekir. Olası arı ölümlerini en aza indirerek ve doğaya en az zarar vererek başlayıp ilerlemeyi seçmelidir. Tersi olduğunda, hem arılar ölmüş olur hem de bu işe gönül veren ve arıcılığa son çare olarak bakan kişi, maddi anlamda çok ciddi kayıplar yaşayabilir. Bu durum, o kişiyi bu işlere karşı soğutabilir. Bir akvaryum kurarken bile, önce en ufak olanından başlanmıyor mu? Gerçi ben hayatımda hiç akvaryum sahibi olmadım, olmak da istemem, çünkü zevk için hayvanların kısıtlanmalarına karşıyım. Hayvan dediğin doğada özgür yaşamalı. Örneğin bir aslanın, hayvanat bahçesinde, sadece bizim aslan görebilmemiz için, hapis bir hayat yaşadığını hiç anlamamışımdır.

Ben, yaşadığımız şehir hayatlarını da bir çeşit orman olarak düşünüyorum. Sarf ettiğimiz her çaba, her kuruş bir çöpe ya da bir değere dönüşür. Tüketici harcadığı her kuruşla üretimi belirlemiyor mu? Tezgahta neyin var olacağı, neyin satılıyor olması gerektiği, bizim harcamalarımızın neticesi değil mi?

''Sen karar veriyorsun''

Bir şeyin kalitesiz üretilmesi, bizim en ucuzunu almak istememizden mi kaynaklanıyor? Hayvanlara eziyet edilmesi, bizim o ürünü talep etmemizden mi kaynaklanıyor? Hangi sektör ayakta kalıyor? Biz desteklemesek kalabilir mi? Bunları hep düşünüp araştırmamız gerekiyor. ''Ben doğayı seviyorum, temiz hava bana iyi geliyor'' demekle doğayı sadece sevmiş olursunuz fakat onu yeteri kadar korumuş olmazsınız. Onun sağlıklı var olabilmesi için insanların eğitime ihtiyacı var, uyarılmaya ve bilgiye ihtiyacı var. Bilmeyenlere yol göstermemiz ve bunu için dağlara çıkıp, köylere gidip, bir yerlere dokunmamız lazım. Tabii sahillerde çöp atıp gidenler başka, onlar bilgisizlikten değil, tembellik ve boşvercilikten bunu yapıyorlar. On metre ötede çöp konteyneri varken çöpünü çalının içine bırakmak daha kolay geliyor. Belediye bu tiplere büyük cezalar kesmedikçe, bunun önüne geçmemiz mümkün değil. Almanya bunu çöp polis birimi oluşturarak çözmüş. Bir bölüm polis yalnızca çöp işi ile ilgileniyor. Bu sayede çöp mafyasının önüne geçtikleri gibi, çöp sorununu da kontrol altında tutuyorlar. Kesilen cezalardan o birimin masrafları çıkıyor, doğa ve çevrenin temiz kalması da kar kalıyor.. Bizim ülkemizde hala çöpler ve molozlar sorumsuzca ormanlara ve dağ yamaçlarına atılıyorlar. Bu manzara beni çok üzüyor. Bazı inşaat firmaları, özellikle moloz ve fazla olan betonu ormanlara ve dağ yamaçlarına boşaltıp gidiyorlar.

''Evini temiz tut, tüm dünya bizim evimiz''

Burası bizim değil demeyin. Artık olarak atılan çöpler Antarktika'da buzun içinden çıkıyor. Orada araştırma yapanlar metrelerce buzu eritip süzüyorlar ve içinden plastik parçaları çıkıyor. Denizde bu plastik parçalarını yutan balıklar yine bizim soframıza gelmiyor mu? Kirlenen yeraltı suları yine bizim soframıza içecek suyu olarak gelmiyor mu? Otlayan hayvanlar yanlışlıkla plastik parçalarını da yemiyor mu? Hele o atılan sigara izmaritleri topraklarımızı ve sularımızı zehirlemiyor mu? Artık biraz üzerinde düşünmenin zamanı gelmedi mi?

Arıcılıkta Suni oğul alma ya da kovan bölme işlemi nasıl yapılır?

Benim kullandığım ve basit olduğunu düşündüğüm tekniği anlatmak isterim. Artık ikinci bahara gelen arılar genellikle kata çıkmış ve kalabalık koloni haline gelmiştir. Artık pek on çıtanın altında arı yoktur belki de fazlası vardır, ya da burada on çıta olacaktır. Öncelikle kovanın altından ya da uçuş deliğinden içeriye hafif duman verilir ve bir dakika beklenir. Bu sayede kursağına bal alan arılar sakinleşecektir. Yangın doğal yollardan da çıkabiliyor ve duman doğal bir şeydir. Arı yangın tehlikesine karşı genetik olarak eğitimlidir. Duman olduğu zaman kovanın içerisinde alarm verilir, belki kovanı terk etmek gerekebilir diye her arı kursağına üç günlük bal depolar. Otuz saniye sonra bu duman arıların da kanat çırpması ile dağılmaya başlayınca, geçici bir tehlike olduğu anlaşılır ancak kursaklarına çektikleri bal onları bir müddet sakin tutmaya yetecektir. Siz de kovanı sakin açar ve gürültü yapmadan çalışırsanız ilk beş dakika içinde fazla sorun yaşamazsınız. Zaten arı için yağmacılık tehlikesini de göz önünde bulundurup, kural olarak bir kovanı on dakikadan fazla açık tutmamak gerekir.

Kovan açılır ve kovanın anasının hangi petekte olduğuna bakılır, bu petek diğer peteklerden ayrı duracak şekilde ayarlama yapılır. Kalan petekler içinden, bir ballı ve polenli, bir açık yavrulu ve bir kapalı yavrulu üç petek seçilir ve arıları ile beraber yeni kovana konur. Yeni kovanın duvarına yakın olan yere ballı polenli peteği, onun yanına açık yavruluyu, onun yanına kapalı yavruluyu, onun yanına da bölme tahtasını koyarız. Bölme tahtası arılı çıtalar ile kovanın kalan boşluğu arasında bir duvar gibi işlem görür. Bu sayede arılar kendini daha güvende hissederler. Ardından ana kovandan açık yavrulu bir peteği alıp, yeni bölmenin içine, arıları dökülecek şekilde silkeleyerek, o kovana bir de arı takviyesi yaparız. Şimdi silkelediğimiz arısız peteği yine ana kovana geri koyarız. Bu önceki kovandaki petekleri birbirine yanaştırarak ve düzenleyerek kovanı kapatırız. Yeni kovanımızı da kapatırız ve yirmi gün neredeyse hiç açmadan sadece üç günde bir şuruplayarak bekleriz. Burada önemli olan şey, yeni bölmeye eski anayı asla koymamaktır. Belki ikinci gün arı mevcudiyetini kontrol amaçlı bir şöyle kapağı açarak bakabiliriz. Çok arı ana kovana dönmüşse bir arı takviyesi daha yapmamız gerekebilir. Yirminci gün temkinli ve fazla gürültü yapmadan ana kontrolünü yaparız. Muhtemelen yeni anamız çıkmış ve döllenmiştir, yavru yapmaya başlamadıysa da birkaç gün içinde başlayacaktır. Beş gün sonra tekrar kontrol ederiz, yavru varsa tamamdır. Yirmi bir gün sonra tekrar kontrolleri yaparız ve artık kapalı yavrularda oluşmuşsa yeni bir kolonimiz var diyebiliriz. Yüksüklerden ana çıkana dek, duman yapmamamız gerekir. Bu dönem varroa için çubuklu ilaçlardan kullanabiliriz. Burada ana kural yeni bölmeler kapalı yavrusu olana dek çok rahatsız edilmemeli. Yeni bölünen kovandaki arıların bir kısmı ananın kokusundan dolayı ana kovana geri döneceği için bölme yaparken genellikle bir veya iki çıta arı yeni bölmeye silkelenir ki bu açığı kapatsın. Kontroller sırasında arının az olduğunu hissederseniz, ana arı yüksükten çıkmadan böldüğünüz kovandan veya başka bir kovandan, taze çıkmış yavru arılardan, bu zayıf bölmeye arı silkeleyebilirsiniz. Burada dikkat edilmesi gereken husus; analı bir kovandan arılı bir petek başka bir kovana silkelenecekse, ana arıyı yanlışlıkla öbür tarafa silkelememektir. Bunun için analı bir kovandan petek alırken ananın hangi petekte olduğunu bilmek gerekir. Ayrıca, ergin tarlacı arılar silkelenecek kovana mümkün olduğu kadar az gitsin diye, arılı peteği elimizde hafifçe sarsarız ki tarlacı arılar o esnada çoğu uçarak kovanına dönerler. Eğer dönen askerleri sorun ediyorsanız aynı ameliyeyi ana kovanı iki karış kenara iterek, bölme yapacağınız kovanı onun yerine koyarak sorunu çözebilirsiniz, böylece ana kokusu alan birtakım tarlacılar yandaki ana kovana girebileceği gibi ana kovanın eski yerine inatla geri dönenlerde yeni koloninin askerleri olarak kalacaklardır. Bazı arıcılar bu işlemi akşamüzeri yapar ve yeni bölmenin ağzını kapatarak on kilometre öteye bir yere götürürler ve ana döllenene dek burada tutarlar ki askerler eski kovanın yerine geri dönemesinler. Bu tabi zahmetli bir iştir. Kovanların ayrı yerlerde durması çok pratik bir davranış değildir. Hem bakımlarını yapmak hem çalınmasın diye güvenliğini sağlamak kolay değildir. Bazen analar döllenme uçuşundan dönerken av olabiliyorlar. Bir kuş havada kapabiliyor ya da kazalar olabiliyor ani çıkan fırtına veya yağmurlardan dolayı ana telef olabiliyor. Bu durumda koloninin tekrar ana yapacak larvaları yoksa yalancı ana sendromu ortaya çıkabilir bu durumu önlemek için kontrolleri yapıp gerekirse yeni larvalı ve taze yavrulu bir petek eklemek durumunda kalabiliriz veya bu kovana elimizde döllü bir ana varsa verebiliriz.

Döllenmiş hazır yetişkin bir anayı kovana öyle şak diye veremezsiniz. Onu bir kafeste kekle, şuruplanmış arıya vermelisiniz. Eğer kovanda, anaya dönüşecek bir tek larva olursa ve koloni tek bir ana yapacak cesareti kendinde bulursa sizin dışardan verdiğiniz anayı paramparça edecektir. Her zaman arılar analarını kendi imkanlarıyla yapmak isterler. Ancak hiçbir olasılık olmadığı kanaatine varırlarsa sizin verdiğiniz anayı çaresizlikten kabulleneceklerdir. Eğer hazır ana verdiğiniz kovanda ana arı yüksüğü varsa onları kesmeli ve üç gün sonra tekrar yüksük kontrolleri yapmalısınız. Eğer yüksük varsa onlarda kesilmeli ve üç gün sonra tekrar kontrol edilmeli, ne zaman yüksük bulamıyorsanız o zaman yeni ananın kafesten çıkma zamanı gelmiş demektir. İstisnalar vardır tabii ki, bazen verdiğiniz anayı kafese koymadan bile kabul edebilirler, ancak bu çok nadiren olur. Doğada genellikle tek seçenek olmaz yani iki kere iki her zaman dört etmez. İstisnalar vardır ve varyasyon çoktur. Zaten işi ilginç ve zevkli kılan da budur. Eğer doğayla iç içe yaşıyorsanız, sıkılma şansınız yoktur, hep yapacak bir şeyler bulursunuz ve değişik şeyler keşfedersiniz. Hele arıcılıkta ömür boyu öğrenecek hep bir şeyler vardır, bilmek isteyen için.

''Sonsuz bilgiye gönlünü ve zihnini aç''

Bir başka güzel arı bölme yöntemi de bal akım zamanı arıyı bölmektir. Bu yöntem Prof. Dr. Muhsin Doğaroğlu'na aittir. Baharın veya ikinci baharın sonlarına doğru, arıyı bölmenin tek sakıncası arıyı erken bölmediğiniz için satma olasılığınızın azalmasıdır. Arı üretmek ve satmak isteyenler tarafından, çok tercih edilen bir yöntem değildir. Arı satmak isteyenler, genellikle şubat ayı sonlarında arıyı bölmeye başlarlar ki, analar erkenden döllensin ve bölmelere birer kapalı yavrulu çıta takviyesi yapılabilsin. Bal hasadı zamanında bölmenin avantajı ise bu tarihlerde arının güçlü oluşudur. Siz böldüğünüzde neredeyse bölündüğünü fark etmeyecektir. Bu teknikte arıyı erken baharda besler ve bakımlarını düzgün yapıp destekleriz. Destekleme yöntemi yine ayrı bir konu elbette. Tam baharda bal akımı başlarken içerde larvalı petekler vardır ve bakıcı arılar çokça bal tüketir. İşte, bölme yaparken, açık yavrulu yani larvalı peteklerden bölme yaparsak, hem içerdeki tüketicileri alarak bal birikimini iki katına çıkarmış oluruz, hem de bölmemizi yapmış oluruz.

Ana arı konusu çok varyasyonlu bir konudur. Ben bu kitabı bütün varyasyonları yazarak sıkıcı hale getirmek istemem, çünkü konu ile ilgili internette çok kaynak var. Hele yabancı dillerde ararsanız, çok faydalı belgesellere rastlarsınız. Şimdi, artık yerli bir sürü belgesel ve eğitim programları çekildi. Bizim de böyle bir eğitim programımız var. www.yazla.com.tr'den sayfamıza ulaşabilirsiniz. Ayrıca Prof. Dr. Muhsin Doğaroğlu veya Nizamettin Kayral hocamızın kitapları ayrıntılı bir şekilde veriyor zaten bu konuları. Ben genel anlamda basit ve anlaşılır olmak isterim, çok ayrıntı vererek sıkıcı olmak istemem. Sonuçta bu konuları ne kadar okursanız okuyun uygulamalı görmedikten sonra öğrenmeniz çok zor. Bu işin teorik kısmını yuttuktan sonra, bolca pratik yapmak ve korkmamak gerekir. Yanlış yapmaktan da korkmayın. Arı sizi doğru yola kanalize edecektir. Bu konularda görsel kaynakları da ihmal etmeyin, muhakkak tecrübeli arıcıların yanında bulunun, onlarla arkadaşlık ederek arıcılığı ilk elden öğrenmeye çalışın. Özel ders verenlerden birkaç saatte olsa ders alın.

Arı bölme konusu çok çeşitlidir, ayrı ayrı kovanlardan petek alarak bölme, aynı kovandan bölme, boş kovana arı silkeleyip anayı kabullendirerek ve sonra petek vererek bölme, larvasız çıtalardan ayırıp kapalı yavrulu peteklerden ve ballı peteklere arı silkeleyip anayı dışardan kabullendirerek bölme, ana kovanın yerine bölmeyi koyarak bölme. Bu yöntemler, benim saymadığım daha birçok çeşitlerle devam eder. Bu yüzden görerek öğrenilmeli diyorum, yazarak anlatılması uzun bir mevzu.

''Zincire saygı duy''

Doğada hoşlanmadığımız ya da işimize zarar verdiğini düşündüğümüz canlılar vardır. Mesela arı kuşu belli bir mevsimde arıların üstünde gezer ve hava bulutlu olduğunda çokça arı yer. Bazı arıcılar tüfeklerle bunları vurmaya uğraşır veya yuvalarını bozarlar. Mesela kirpi de zarar vericidir. Gece, yerdeki kovanlara yanaşır ve kovan deliğinden sarkanları yer. Oysa çözümü kolaydır, arıları biraz yerden yukarıya kaldırdığımızda kirpinin bir zararı olmayacaktır. Beşe on veya ona on kalaslarla arıyı yerden yirmi santim kadar kaldırabilsek hem nemden de kurtarmış oluruz. Bazen tavuk besleyenler, civcivimi yiyor diye veya güvercin besleyenler, güvercinimi yiyor diye kartalı, atmacayı, şahini vurmayı düşünür! Bu kuşları tüfekle öldürerek, kendi beslediklerini korumaya çalışanlar var. İşte doğanın dengesini yine insanoğlu bozmuş oluyor. Suç arı kuşunda değil. Halbuki bu yırtıcı kuşlar vurulmamış olsa arı kuşu da bu denli çoğalmamış olacaktı. Siz eğer güvercin besleyecekseniz veya tavuk besleyecekseniz onları korumak için yırtıcı kuşları vurmak yerine beslediğiniz canlıların kümeslerini ve yaşam alanlarını daha güvenli hale getirin, sağlamlaştırın, bu yeter. Arada bir iki tane de eksiliyorsa bunu da doğanın vergisi olarak kabul ederek, hayıflanmayı bir kenara bırakın. Yırtıcı kuşların veya tilkilerin yani yaban hayatın yaşam alanlarını bizler sürekli daralttığımız için, bir iki tane civciv veya tavuğun eksilmesini normal karşılamamız lazım. Sonuçta bu bir doğal döngü. Hele hele tilkiler ve zararlı yırtıcılar o civarda yok olsun diye, ormana zehir bırakanlar veya tuzak kuranlar var, bunları hiç anlatmak istemiyorum. Bu bilinçsizlik, orman toprağını sonrada yeraltı sularını zehirlemeyecek mi? Öldürülen hayvanların yaşama hakları yok mu sanıyorsunuz? Bir karıncanın bile vicdanen hesabı sorulmayacak mı? Sadece bir gün bizim evimize de girebilir ve bizi sokabilir, aileme zarar verebilir diye caddede gördüğün bir yılanı öldürmek, ne kadar hasta bir düşüncedir. Yolda, karşıdan karşıya geçen bir insanı eziyor muyuz, bir gün bizi öldürebilir veya evimize hırsız olarak girebilir diye? Bunlar ne kadar hatalı ve yanlış düşünceler. Evreni ve Dünya’yı yaratan sonsuz enerji bilememiş mi zararlıları yok etmesini?!! Her varlığın bir faydası olmalı ki doğal denge onu var etmiş. Okullarda bu sorunlar konuşulmalı ve ders olarak işlenmeli. Bu sorunlar eğitimle çözüme kavuşabilir sorunlardır.

En güzel mahkeme insanın içindeki vicdandır. Afrika'nın bir kısmında çok hızlı ilerleyen bir kuraklık başlamış, uzmanlar araştırdığında aslanların azalmasının bunun sebebi olduğunu saptamışlar. ''Aslanlarla bitkilerin azalmasının ne alakası var?'', diyebilirsiniz. İşte doğa sizin ve benim gördüğümden çok daha karmaşık ve gözle görülmez şekilde birbirine bağlı. Mikro dünyanın makro dünya ile bağlantıları var. Aslanların gübresi başka canlılar tarafından besindir, başka canlıların bıraktığı artıklar, daha küçük olanlar tarafından tüketilir, onların bıraktığını da karıncaların tüketmesi... Ve karıncaların artıklarının mikro-organizmaların besin olarak tüketmesi.. Bu böyle devam eden sonsuz bir zincirdir. Örneğin, siz çakalları sevmiyorsunuz diye onları yok ederseniz, bir bakarsınız ki onlarla beraber başka bitkiler de yok olmuş ve böylece ormanın dengesi bozulmuş. Domuzu yok ettiğinizde ormanın çapa makinesi yok olmuş olur, bitkilerin bir kısmı hasta olur, toprak havalanmaz, rutubet dengesi değişir. Mikrodan makroya, küçüğünden büyüğüne kadar, her bitkinin ve her böceğin, her canlının bir sebebi ve bir görevi var. Biz göremiyoruz diye veya sadece işimize gelmiyor diye bu dengeyi yok sayamayız. Bir gün gelip kendimiz de zarar gördüğümüzde ya da torunlarımız zarar gördüğünde çok geç kalmış olabiliriz. Ormanları kirletmeyi ve çöplük olarak kullanmayı bırakalım. Gereksiz yere hayvan öldürmeyi de bırakalım. Öldürmeden de çözüm bulunabilir. Zarar görsek de doğanın vergisi olarak görelim, onları rahat bırakalım. Biraz fazla mahsul alacağız diye, gereksiz ilaç kullanımını ve gübre kullanımını bırakalım. Biraz az ilaç kullanırsak bir takım böcekler mahsulün bir kısmını yerse, mahsulümüzü doğayla paylaşmışızdır. Hem de pestisit ile daha az uğraşmış ve tüketmiş oluruz. Ot çıkmasın diye atılan ot ilaçları, sonrasında nereye gidiyor bizi ne kadar zehirliyor, bilen var mı? Yörenin kanser grafiklerini incelemek de bilgi verebilir.

Her böceğin, her hayvanın ve her bitkinin yaşamaya hakkı olduğunu, yaşamda gerçek erdemin, doğaya kalıcı bir zarar vermeden yaşamak ve yaşatmak olduğunu kavradığımızda, gerçek huzura ve mutluluğa ulaşabiliriz, böylece bedensel ve ruhsal sağlığımıza kavuşabiliriz.

Avrada yeni tecrübelerle yeni dostluklarla yepyeni bir dünyaya adım atmıştık. Artık dağlarda ve köylerde dostlarımız vardı ve yalnız değildik. Tedirginliği üstümüzden atmıştık. Kendimize daha fazla güveniyorduk ve motivasyonumuz daha yüksekti. Oradan ayrılmak bize çok zor gelmişti, sanki evimize gitmiyor evimizden ayrılıyor gibiydik. Hiç unutmuyorum arıları araca yüklerken Hasan, Hilmi ve daha birçok arkadaş yardıma gelmiş ve bizden ücret almamışlardı. Hâlbuki arı taşıma işi zordur ve hava kararınca yapıldığından, zahmetlidir. Bu yardımları hiç unutmayacağız. Şehirlerde imece usulü diye bir şey yok. Bırakın yardımlaşmayı insanların birbirine selam vermeye bile vakitleri yoktur. Bir gülümseme, bir nazik hal hatır sorma, kaç dakikasını alır ki bir insanın? Köylerde aç kalmazsınız, açıkta kalmazsınız, hala ''Tanrı misafiri'' diye bir kavram vardır. Sizinle ilgilenirler, probleminizi çözmeye çalışırlar ve bunu, karşılık istemeden yaparlar. Dağlarda yalnız olduğunuzu sanırsınız ama öyle değildir, gerçek yalnızlık kalabalık şehirlerdedir.

Medeni olmak ve modern yaşamak, çok tüketmek ve lüks yaşamak değildir. Medeniyet doğaya en az zarar verebilmenin yolunu bulabilmek, sade ve dingin yaşayabilmektir. Bir güce sahip olduğunuzda, o gücü sadelik ve dinginlik ile birleştirebilmektir. Dağlarda öyle insanlarla tanıştık, gördük ki, bir keçi sürüsünü güden veya çadırda yaşayanlar, daha önce emrinde çalıştığımız varlıklı patronlarımızdan çok daha mutlular. Daha az eşyaya ihtiyaçları var. Daha az kazanıp, daha az harcıyorlar, bu yüzden huzurlular. Buralardaki sohbetlerde paranın konusu pek açılmaz, başka şeylerden konuşulur, hoş içerikli sohbetler edilir. Dağlarda insanlık görürsünüz, dostluk ve paylaşım vardır. Kuru bir çay içersiniz, o çayın tadını bir daha unutmazsınız. Havasından, suyundan, unutulmayacak tatlar alırsınız. Unutamadığınız aslında çayın lezzeti değildir, sohbetin lezzetidir. Karşılıksız, çıkar gözetmeyen, samimi bir sohbettir. Bu tat, dingin, sade ve güzel bir ortamın lezzetidir aynı zamanda. Bilinçaltında çayın lezzeti olarak kayda geçer ama odun ateşinde demlenen çayın tadı da bir başka güzel oluyor, haksızlık etmeyelim.

''Gıdanın altın çeşmesini keşfet''

Bal hasadı:

Erken bahardan sonra arılar, ikinci bahara gider, artık katlı ve güçlü kolonilere dönüşürler, bu koloniler için artık gelen balı biriktirmek kolaylaşır. Çünkü tarlacı arı sayısı belki de kırk binin üstüne ulaşmıştır. İçeride ne kadar larvalar ve genç arılar balı tüketse de bir miktar ertesi güne birikmiş olacaktır. Bu da, bal hasadı yapmamızın yaklaştığını gösterir. Bahar ve doğa kendine has sürprizlerini göstermezse, hasat yakındır. Çok güzel giden bir bal mevsimi, arılar ani bir rüzgâr değişiminden etkilenebilir. Nektar akımı azalır. Bir anda arılar, yavruları ve kendileri için biriktirdikleri balı tüketmeye başlarlar. Ani gece soğukları veya fırtınalar, uzun süren ya da ani gelen yağmurlar bu etkiyi yapabilir. Çok güzel bal alacağız derken, bir bakmışsınız, arı içerideki balı tüketmeye başlamış. Arı, stres yaşayıp yavruyu söküp atmasın diye, arıya şurup vermek zorunda kalabilirsiniz. Tabii bu bir günde olmaz, bir haftadan fazla süren yağmur veya günlerce süren lodos fırtınası gibi durumlarda ortaya çıkabilen ve genellikle on yılda bir olan aksiliklerdir bunlar. Kovanın içerisinde ana arı, stok kontrolü yapar. Stres zamanlarında ilk erkek arılar elenir, stres devam ederse larvalar sökülüp atılır. Arılar, kaynaklarını ve mevcut koloniyi korumak için, radikal kararlar alırlar. Buna stok krizi diyoruz. Böyle durumlarda arıcının görevi bu stres hali başlamadan arıyı beslemektir. Strese sokmayacak kadar etik şuruplama yeterlidir. Bu öyle bir miktar olmalı ki, arı bu şurubu peteklere koyamasın, aç kalmayacak kadarını, yani kriz geçene kadarki ihtiyaç duyduğu miktarı alsın. Güçlü bir koloniye yaklaşık üç yüz ml kadar her iki veya üç günde bir verilir. Şurup miktarını, tüketim zamanına bakarak, arının gücüne göre ayarlamalısınız. Kriz bittiğinde şurubu kesmelisiniz. Çünkü bal mevsiminde devam ederseniz, bu şurup peteklerde birikecek ve balın kalitesini etkileyecektir. Tabii ki şeker şurubundan bahsediyoruz. Daha önce de belirttiğimiz gibi glikoz şurubu kesinlikle etik değildir. Biz asla glikoz şurubunu tasvip etmiyoruz. Çünkü arının ve başkalarının sağlığı ile oynamak, doğru değildir. İçinde doğa sevgisi olan biri zaten böyle davranmaz. Normal şeker şurubunu da etik şurupluma yöntemleri sınırlarında kullanmalıyız. Arıların ve bizim sağlığımızı korumak için uygulamalıyız.

Diyelim ki, bu kötü senaryolar olmadı, normal bal hasadı zamanı yaşıyoruz. Kovanların içi balla doldu ki, bu arıcı için tarifi zor bir mutluluktur. Kovanı açtığınızda arı bal sarhoşudur, kovan kapağının açılması onu pek sinirlendirmez, çünkü ortalıkta bal bolluğu vardır. Peteklerin üstü incecik taze petekle kaplanmıştır, bembeyazdır, sanki peteklerin üstüne kar yağmış gibi. Aydın'da arıcı bir dostumun babası Ahmet Abi’nin, bu durumdaki heyecanı ve sözleri geliyor aklıma: ''Arı höyle höyle bembeyaz dalak sallamış, höh höh hö'' diye beş parmağını yere doğru sallayarak tarif ederdi. Gerçekten, inanılmaz bir mutluluktur bu. Petekler yarıyı geçmiş veya en az yarıya kadar sırlanmışsa, bal olgunlaşmış ve hasada hazırdır artık. Artık bal hasadı da gecikmeden yapılmalı ki sorun olmasın. Güçlü nektar akımı genellikle yirmi - yirmi beş gün sürer, bu süreçte bal sağımı zamanında tamamlanmalı ki, hasat esnasında yağmacılık olmasın. Bu dönemin sonunda ise arı çok sinirli olur, hasat çok zevksiz hale gelir. Bazen nektar akımı aniden kesilir ve hasat imkânsız hale bile gelebilir. Bal akımı kesildiğinde dışarıda bal azaldığı için arı kovan kapağının açılmasına çok sinirlenir ve balını haklı olarak vermek istemez. Bu da hasat esnasında arının arıcıyı bol bol sokmasına sebep verir. Çokça arı ölümünün yanı sıra arılar, açılan kovanlara balı almak için dalış yapıp, birbirlerini öldürürken bazen o kovanın ana arısını bile öldürebilirler. Bu da büyük sıkıntılara yol açar. Buna biz yağmacı sendromu diyoruz. Öyle ya, bal yokluğunda balını kim vermek ister!!?

Biz insanlar da öyle değil miyiz? Çok kazandığımız zaman biraz daha bol harcamıyor muyuz? Kaynaklarımızı biraz daha hovardaca tüketmiyor muyuz? Kıtlık olunca da elbet, bir liranın bile hesabı yapılmaya başlanmaz mı?

İşte arılar da ihtiyaçlarından fazlasını ürettikleri halde, kaynaklarına sahip çıkmaya çalışırlar, hasat dönemi sona ermeye başlayınca bir başka sinirlenirler. Civarda bazen başka arıcıların o bölgeye arısını geç getirdiğini görürüz, bu arılar aç olabilirler. Aç arı derken, başka bir bal bölgesinde yeterince beslenememiş, kovanda balı az olan kolonileri kastediyoruz. Balı bol olan bir yere getirildiğinde doğal olarak aç oluyorlar. Bu durumda, zamanında hasat yaptığınızda bile, yine de yağmacı arı ile karşılaşabilirsiniz. Peteğin üstündeki arı yoğunluğu, peteği kovanın dışına çıkarttıktan sonra çoğalıyorsa etrafta yağmacı arı var demektir. Bu duruma dikkat edilmelidir. Aslında, özellikle çam balı yataklarına, belli bir tarihten sonra arı sevkiyatları durdurulmalıdır. Bir arıcı hasat yaparken, bir başka arıcının yeni kovanları o bölgeye getirmesi sakıncalıdır. Bu durumda hasada ara verilmelidir. Ertesi gün duruma bakılarak, daha iyi ise hasada devam edilmeli, değilse hasat yapılmamalıdır. Aksi takdirde kovan kayıpları olabilir.

Sağımda gerekli olan malzemelerden hiç bahis etmedik, biraz da onları anlatalım. Bir kere iyi yanan bir arıcı körüğüne ihtiyaç vardır. Petekleri taşıyabileceğiniz bir el arabası, yumuşak tekerlekli olandan tercih etmek lazım (Hazır alabileceğiniz, kapaklı sağım arabaları da var). Üstü bezle örtülebilen bir petek kasası gerekli. Petek kasası olarak altına tahta çakılmış bir üstlük de kullanabilirsiniz. Bu üstlüğün tek kenarına, bir çıta çakarak bezi sabitleriz. Böylece önceden ıslatılmış bezi, sadece tek taraftan açıp, içine peteği koyduktan sonra hızlıca kapatabiliriz. Bezi nemlendirmemizin sebebi, arıların bal kokusunu daha az alıyor olmalarıdır. Daha pratik açma kapama sağlar. Malzeme olarak, bir kova temiz su, bir bıçak, bir sır bıçağı veya tırmığı da gereklidir. Kapalı bir mekanınız yoksa bal sağımı için kullanmak üzere, çadır kurulur. Hazır bal sağım çadırları satılmaktadır ya da diktirilebilir. Yumuşak bir arı fırçası da lazım olacaktır. Arıcı penseniz veya demiriniz zaten her zaman yanınızda olmalı. Çadırın içine santrifüj makinesini koyuyoruz ve boş üstlüklerden yerleştiriyoruz. Ayrıca sır alacak olan kişinin oturabileceği bir sandalye ve sehpa olmalı. Bir yandan bir kişi petekleri taşıyıp getirirken, diğer bir kişi içerde balların sırlarını alır. Sırları alınmış ballar, santrifüj makinesinde döndürülerek bal sağılır. Santrifüj makinesinin büyüklüğüne göre yarım teneke ile bir buçuk teneke arasında bal alınır. Bazen bu balı, oradan çeşmesini açarak, çadırda bulunan bir dinlendirme kabına veya kazanına aktarırız.

Bütün bunlar yapacağınız sağımın büyüklüğüne göre şekil alır. Üç yüz kovanı olan bir arıcı sağımda beş veya altı kişi ile çalışırsa, yaklaşık olarak sağım üç en geç dört gün sürer. Elli kovanlık bir arıyı iki arıcı iki günde sağabilir. Sağım işini kaç kişi yapar, kısaca şöyle tarif edebilirim. Biri petek çeken kişi, yani arıdan hangi peteklerin sağılacağına karar veren ve arının başında duran kişi, ikincisi tütsücü, yani arının başındaki petek çekerken ona duman yaparak yardımcı olan kişi, üçüncü kişi ise arabacı, yani el arabası ile petekleri çadıra götürüp, boş petekleri geri getiren ve aynı zamanda çadırdaki ile petek başındaki kişi arasındaki bağlantıyı sağlayan kişidir. Çadırda bir sır alan sırcı, bir de makineyi çeviren makineci vardır. Kişi sayısı arıların çoğalması ile çoğalabilir de, azalabilir de. Bir kişi ile de sağım yapılır ancak kişi azaldıkça sağımın süresi uzar. Sağım sırasında en önemli kişi arıdan balı alan kişidir, ona petek çeken denir. Bu kişi arıdan kaç petek alınacağına, hangi peteklerin sağım çadırına gideceğine karar verir. Sonra bu kovana kaç tane iade edileceğine yine o karar verir. Sağım esnasında, en doğrusu ilk önce anayı bulmalıdır. Etik olan yavrulu petekleri santrifüje göndermemektir. Kapalı yavrulu çıtalara bir şey olmaz diyenleri sakın dinlemeyin, onlar makinede dönerken üşüyor ve sarsılıyor, yazık ki çoğu sakat doğuyor.

Doğada en kıymetli şey zaman. Daha önce de belirtildiği gibi, bal akımı kritik azalmaya gelmeden sağımı bitirmek, hem arının sağlığı hem arıcının konforu için gereklidir. Geciken sağım zevksiz ve zor olur. Boş petekleri arıya geri verirken genellikle bir veya arının mevcudiyetine göre iki petek kısarak geri veririz. Bunun sebebi arının ihtiyaçtan fazla bal yapmış olması ve arının bal akım döneminin sonunda asker kaybedip mevcudiyetinin azalmış olmasından kaynaklanır. Şöyle tarif eder arıcılar ''arı çıtaya basmalı'', yani çıtaların üstünde eşit düzeyde ve yeterince arı olmalı, üstünde arısız iki çıta varsa en az birini almalıdır. Sağımdan bir veya iki gün sonra kovanlara tekrar çıta kontrolü yapılır, son peteğin boşluğuna sarkan öbek öbek arı varsa, bu kovana sağılmış peteklerden bir adet ilave edilir. Petek geri verme işlemi gündüz yağmacılık riski olduğundan, akşamüstü gün batmadan yapılmalıdır. Kovana sağımdan sonra geri verdiğiniz eğri büğrü petekleri kafanıza takmayın,arılar bir gün sonra onları tamir etmiş olurlar. Florada çok zevkli bal varsa petek verme işlemi arıdan petek çekilirken bir yandan doluyu alıp bir yandan boşu koyarak devam edilebilinir. Böylelikle petek geri verme işlemi sağlıklı sonuçlanmış olur. Kalan petekleri soğuk havada saklamalı veya en az üç gün dip-frizde beklettikten sonra muhafazalı kaplarda serin bir yerde saklamalı. Burada önemli olan o peteklere petek güvesinin ulaşamıyor olmasıdır. Dipfrizde bekletmemizin sebebi, daha önce petek güvesi peteklere yumurta bırakmışsa, bunların çatlamasını ve ürememesini sağlamak içindir. İşte sağımın en zevkli kısmına gelinmiştir. Artık kabınızı veya tenekenizi dinlendirme kazanının altına koyup balınızı doldurup satabilir veya tüketebilirsiniz. Artık bal çeşmesi açılmıştır.

Büyük sağımlara katılıp işleyişi en az bir kere görmekte fayda vardır, bazı şeyleri yaşayarak daha iyi kavrayabilirsiniz. Tecrübe kitaplardan okuyarak edinilmiyor. Ne kadar anlatmaya çalışsak olmaz, bunu yaşayarak anlamak gerekiyor. Arıcılıkta çok hızlı sonuca ulaşmayı beklemeyin. İlk iki yılınız acemilikle geçecek, iki yılın sonunda bir şeyler şekillenecek, sonraki yıllarda ustalık başlayacaktır. Kabaca bir kaç haftada arının temel bakımını öğrenirsiniz, ancak arıyı öğrenmek onun yaşamı ile ilgili bilgi kolay öğrenilmiyor. Öğrendikçe eksikleriniz ortaya çıkıyor. Bilgi konusunda eksik olmayı kafanıza takmayın, ancak öğrenmeyi de hiç bırakmayın. Eksikler cesaretinizi kırmasın, ancak ben biliyorum artık havasına da bürünmeyin. Unutmayın ki doğanın en karmaşık ve sır dolu canlısı ile işbirliği yapıyorsunuz. Eğer arının biyolojisini çözmüşseniz ve doğanın nasıl tik-takladığını az çok kavramışsanız, arı sorunsuz ve mükemmel bir ortaktır. Yeter ki hiçbir konuda acele etmeyin. doğayı ve doğadan edinilmiş bilgiyi dinlemesini bilin!

İlk sağımımızı Avra'da yapamamıştık, çünkü uzun süren bir yağmurlu hava, bal akım zamanını kesmişti, sonrasında bal alacak kadar bal birikmemişti. Hiç unutmuyorum, sağ olsunlar, oralardan kaç kişi ''siz bu yıl bal alamadınız, paraya ihtiyacınız olursa verelim'' dediler. Bu konuyu hiç unutmam, bugün bile düşündüğümde çok duygulanıyorum. Çalışırken bazı patronlar işçilerin haklarını nasıl keseriz diye düşünmüyorlar mı? Ticaret hayatında, birileri sizin hakkınızı almasın diye mücadele etmiyor muyuz? Şimdi karşılaştığımız duruma bakın, size üzüldükleri için, bin bir zorlukla kazandıkları paralarını paylaşmaya hazır insanlar vardı yanımızda. Bu tarifi imkansız duygular uyandırmıştı içimizde ve gözlerimiz dolu dolu olmuştu.

Artık bir sonraki bal istasyonu olan çam balında deneyecektik şansımızı. Çam balı için en uygun zaman eylül ayıdır. Eylüle kadar polen olan bir yerlerde arıyı bekletiriz ve yavru yapması için uğraş veririz. Daha önce turizm sektöründe çalışırken, evinde oturduğum ev sahibimin de yardımı ile Hisarönü'nde ormanın içinde bir çam yatağı (arıların çam balı için konuşlandırıldığı yer) bulmuştuk. Sağ olsun bizden ücret de almamıştı. Burada ilk çam balı deneyimimizi yaşamak istiyorduk. Bazen eski ev sahibimin pideci dükkanına gidip, onunla sohbet ediyor bazen de arılıkta çalışıyorduk. Zamanı geldiğinde yardım almadan sağımı ikimiz yapmak istedik. Tam sağım yaparken kardeşimi arı soktu ve kötüleşerek arabaya dinlenmeye gitti. Arada bir bakıp nasılsın diyordum, biraz kızarıklığı vardı ama iyiyim diyordu. Neyse ki bir müddet sonra çıkıp geldi ve o arada benim ilerlettiğim yerden devam ettik işimize. İlk balımızı almak için çeşmeyi açıp kaplarımızı doldururken, tarifi imkansız bir sevinçle doluyduk, nerdeyse ağlıyorduk. Yıllar sonra gittiğimiz seminerlerde ve kongrelerde arı sokması ile ilgili bilgi birikimimiz oldu ve geriye dönüp baktığımızda kardeşimin o ara geçici bir alerji yaşadığının farkına vardık. Arı sokmalarında alerjik reaksiyon yaşayanlara adrenalin iğnesi yaparlar ki vücut anafilaktik şoku atlatsın ya da hastaneye kadar zaman kazanabilsin. Kardeşim belki de yaşadığı korkuya rağmen, mücadele arzusu sayesinde salgıladığı adrenalinle yaşama tutunmuştu. En azından sonraki hatıralarımızda böyle olduğunu düşündük. Tehlikeyi ucuz atlatmıştık. Henüz çok acemiydik ve o yıllarda cep telefonları bu denli gelişmemişti. Her şeyi anında bakıp araştırmak bu kadar kolay değildi. Şimdilerde tavsiyemiz, doğaya çıktığınızda bir hekime danışarak aldığınız, uygun anti-alerjen haplar veya alerji iğnesi bulundurmanız yönünde olacaktır.

''Hayata olan bakışınızı sorguluyor musunuz?''

Arıcılığa başladığım zaman tereddütlerim vardı. Doğayı çok seviyordum ve muhakkak doğa ile ilgili bir şeyler yapıp hayatımı idame ettirmek istiyordum. Ama gerçekten doğada çalışarak geçimimi sağlayabilir miydim? Tam emin değildim. Çok ikilem vardı. Dünya robotlaşmaya ve otomasyona doğru koşarken doğada çalışarak geçim sağlanabilir miydi? Yıllar sonra geriye dönüp baktığım zaman, şu anda belki on üç yıl oldu, hiçbir anında pişmanlık yaşamadığımı düşünüyorum. Çok zor dönemlerimiz oldu ve gerçekten sıkıntılı aşamalar da yaşadık. Ancak bir an bile bırakmayı ve eski hayatıma dönmeyi düşünmedim. Kararlıydım ve en zor zamanlarda bile doğru yolda olduğumu hissediyordum. Zaman gerçekten de doğru yolu seçmiş olduğumu her aşamada gösterdi bana. Ve bundan dolayı da çok memnunum. Belki de çok sevdiğim için yol olmuştu bana, belki de çok istediğim için, belki de çok azmettiğim için. Bugün baktığınızda yavaş yavaş otomasyon ve robotlaşmanın, daha çok işsizliğe neden olduğunu görebiliyorsunuz ve araştırmalar da bu yönde grafikler verebiliyor. Böyle bir geleceğe doğru giderken, gençlerin meslek seçimlerini çok iyi yapmaları gerektiğine inanıyorum. Emekliliğe inanmayan biri olarak da salt emekli olmanın, mutluluk getirmeyeceğini düşünenlerdenim. Tabii ki yaşım geldiğinde ve nasip olursa emekli olacağım, ama bunu hedef olarak seçenlerden veya amaç edinenlerden hiç değilim. Zaten ileride de hep sorunlar çıkacaktır emeklilik konusunda diye düşünüyorum. Öyle ya robotlar vasıfsız hatta vasıflı işçilerin bile yerini alacaksa, insanların prim ödemelerini kim yapacak? Ve nasıl bir bütçe emekli maaşlarını ödeyecek? Yaşarsak o dönemleri hep beraber göreceğiz. Ben bu gelecek konularında biraz karamsarım sanırım, belki de bu yüzden en kötü senaryoları düşünerek, zamanında doğaya attım kendimi. Doğada ot ve mantar toplayarak da ayakta kalınabilir. Doğaya alışıksanız geçim için hep bir seçenek vardır. Belki de bu yüzden tavuklarım ve arılarımla olan hayatımda kendimi güvende hissettim hep. İlk bakışta çok kolaymış gibi gözüküyor; bizim yerimize düşünen ve her sorduğumuz soruya yanıt verebilen yapay zekalar var, cep telefonları, bilgisayarlar, makineler, koca ekranlı arabalar, internet bağlantılı eşyalar var. Ama bir düşünün aynı zamanda bir o kadar da korkutucu değil mi? Her geçen gün endişelerim biraz daha fazla artıyor ve daha da artacak gibi.

Ben kendimi bir şekilde sistemin kenarına itmiştim. Arı sütü üretimi ile işe başlamış, diğer bal ve arı ürünleriyle, bahçemdeki mahsulle ve tavuklarımla özgüvenimi kazanmıştım. Bunları dostlarıma anlatıyor ve kıymetini bilen insanlara aktarabiliyordum. Evet, gerçek medeniyet bu olmalıydı!!

Elbette, biz de modern araç ve gereçleri kullanıyoruz, ama onlara bağımlı olmak ve her şeyimizi onlara teslim etmek ürkütücü geliyor bana. Ben bu yüzden her zaman bir ayağımızla doğada olmamız gerektiğine inanıyorum. Hem de o ayakla yere çok sağlam basmalıyız. Doğayı korumak zorundayız. Onu bilmek ve öğrenmek zorundayız. Çevremizi ve imkanlarımızı tanımalıyız. Yani o civarda neler yetişiyor, hangi tarihte olgunlaşıyor, ormanda hangi bitkiler var, hangisi yenir hangisi yenmez, bunlar çok önemli. Hem sağlığımız için hem de ürüne sahip çıkabilmek için. Her okulda, o yörenin ürünleri ve mahsulleri, orman bitkileri, otlar ve mantarlar öğretilmeli diye düşünüyorum. Sularımıza sahip çıkmak ve onları da korumak zorundayız. Cep telefonsuz yaşayabilirsiniz ama susuz asla. Dışarıdan gelen taşıma sulara ve ambalajlı sulara güvenmeyin; bakın çeşitli hastalıklar, salgınlar oluyor. Farz edin ki onlar yollayamadılar veya üretemediler, ne olacak? Her zaman kendi sahip olduğunuz kaynaklar daha değerlidir ve onlara sahip çıktığınız vakit güvendesinizdir. Kaynaklarımızı, bitirmeden tüketmek zorundayız, o kaynaklar torunlarınıza da lazım olacak, bencil davranmamalıyız. Egoları bırakalım ve hiç ölmeyecekmiş gibi düşünelim. Yüz yılda kaynakları tüketirsek sonra ne yaparız? Kendiniz için öyle bir ortam istemediniz değil mi? Öyleyse bir sonraki nesiller de istemeyecektir. Evet, arabam var, internetim var, cep telefonum var ama hepsi bir anda elimden gitse korkacak hiçbir şeyim yok. Ayrıca müsrif davranmadığıma inanıyorum. Otuz yılda sadece iki televizyon aldım ve kullandığım araçlar hep düşük motorlu ve çevreci oldu. Hayatım boyunca hala aynı bilgisayarı kullanıyorum ve cep telefonum tamamen bozulmadan yenisini almıyorum. Bazı kriterlere dikkat ediyorum, yani ihtiyatlı ve çevreci davranmaya çalışıyorum. Gerçek sahip olduklarınız kendi kaynaklarınızdır; bahçedeki tavuğunuz, toprağınız, ormanınız, akan dereniz, arı kovanlarınız bunlar gerçek değerlerdir. Diğerleri bir kaynak kesildiğinde artık yoktur. Örneğin bir cep telefonunu şarj edemediniz mi olay bitmiştir, bu kadar basit. Arı şu son on yılda ihtiyaç duyduğum tüm kaynakları verdi bana. Arı ürünleri sayesinde son on yılda, doğru dürüst grip bile olmadık. Herhangi bir halsizliğim olduğunda polen, propolis ve arı sütü tüm ihtiyaçlarımı karşıladı şimdiye kadar. Alerjim olmadığından kovandaki arılarla ben uğraşıyorum, bu yüzden sokan arılardan da gerekli enerjiyi ve korumayı direkt olarak alıyorum. Tabii ki modern tıp da lazım, o ayrı bir güvence ama biz bağışıklık sistemimizi ayakta tutalım ve egzersiz yapalım sonrası Allah’a kalmış. Tabii ki bir ameliyat durumu veya bir acil durumda modern tıbba da ihtiyaç var ama gerekli önlemleri biz alalım ve hiçbir zaman modern tıbba ihtiyacımız kalmasın. Bugünün en güzel sağlık reçetesi, hasta olmadan önce hastalığı önlemektir. Yani gerekli tedbirleri alarak, olabilecekleri önceden engellemeye çalışmak lazım. Hasta olduktan sonra çaresini aramak yerine, önlem konusunda tedbirli olmak, akıllı insanların takip ettiği yoldur. Egzersiz muhakkak yapmalıyız, hiçbir şey yapamıyorsanız, en azından düzenli yürüyüş yapın. Fazla ekmek tüketmeyin, ben kahvaltı hariç hiç tüketmiyorum. Hızlı yiyeceklerden ve hazır ürünlerden uzak durun, dışarıda acil durumlar dışında çok fazla yemeyin. Soğuk sıkım, erken hasat zeytinyağı tüketin. Suni olan her şeyden uzak durmalıyız. Plastik şişelerde beklemiş ve yaşam enerjisi olmayan suları içmemeliyiz. Plastikte beklemiş her şeyi reddediyorum ben. Bitkilerin özünü ve doğalını tüketmeliyiz, aşırı çay ve kahveden uzak durmalıyız. Bir durup, ürünlerin nerede üretildiğine ve nasıl paketlendiğine bakmalıyız, verilen yemler sağlıklı mı ya da üretilirken hayvanlara eziyet ediliyor mu bilmeliyiz. Bu çok önemli, çünkü tüketici bunlara birer kriter olarak bakınca, üretici de sattığı üründe bunlara dikkat etmeye başlayacaktır. Şimdi bütün bunlara bakıldığı zaman o ürünü tüketmeli miyiz? Buna karar verebiliriz. En azından olabildiğince iyi ürünleri tüketirsek kendimize ve ailemize bir iyilik yapmış oluruz. Unutmayın, bir ürünün market rafında duruyor olması, tamamen, tüketicinin onu alıyor olmasından kaynaklanmaktadır. Bir kişiden ne olur demeyin. Birincisi kendinize ve ailenize faydalı olmuş olursunuz ve etrafınızdaki on kişiye bile söyleseniz, onlar da etrafındaki on kişiye söylese kısa zamanda yüz binler yapar. Bu sayede o ürün satılmadığında üretici neden satılmıyor olduğunu araştırır, bulur, üretimini ona göre düzenlemeye başlar. Bizler üretilen her şeyin hangi kalitede üretiliyor olmasına karar verenleriz aslında. Tüketicinin gücü düşünülenin aksine çok fazladır. Gerçek patron tüketicidir, belki sadece bunun bilincinde olmayabilir. Örneğin, bir restorana her gittiğinizde, cam şişede su isterseniz, bir müddet sonra o işletmeci kendini sorgulamaya başlar ve bir bakmışsınız, bir gün, istediğiniz ürün artık menüde vardır. Ben bu konuda bir kaç yere sebep olmuşumdur. Tüketici yönlendiricidir ve esas kararı verendir aslında, ama çoğu zaman farkında değildir.

''Doğru ve hızlı karar vermeyi öğren''

Doğa, doğru ve hızlı karar vermeyi başarabilenlerin acımasız bir sistemidir aslında, bu yüzden bu kadar mükemmel çalışır, biz insanlar bozana dek. Örneğin; bir ana arı zayıfsa eğer işçi arılar hemen ana arı memeleri yapar ve o kısma mevcut anayı yanaştırtmazlar. Bu balmumu memelerinin içine ana arı adayları koyarlar. Bunların çıkması yaklaştığında mevcut anayı genellikle öldürürler. Böylece yeni çıkanlardan en iyisi ve en güçlüsü, yalnız kendisi kalana kadar diğer anaları öldürür. Çiftleşme uçuşuna çıkarak yeni görevi devralır. Bu her zaman böyle olmayabilir. Bazen bazı genetik farklılıklardan dolayı farklı yöntemler benimseyebilirler. Önemli olan burada zayıfa yer olmamasıdır. Bazı arıcılar anaya acır, kalması için çaba sarf ederler, ya da suni bölme yapıp anayı yaşatmaya, zayıf konileri kurtarmaya çalışırlar, ancak bunlar hep nafile çabalardır, çoğu zaman fiyasko ile sonuçlanır. En güzel yöntem hem baharda hem sonbaharda zayıfları elemektir. Böylece hep güçlü genler ayakta kalır. Doğa da böyle olmasını ister zaten. Böylece kendi arılığımızda doğal ıslah yapmış oluruz. Aslında bizim hayatımız da öyledir. Canınızı sıkan ve size dünyayı dertli kılan kim varsa, akraba, arkadaş gibi, bunları hayatınızdan çıkarmadığınız sürece rahat ve huzurlu olamazsınız. Ben, bana maddi, manevi yük olan ve dünyamı karartan herkesi, hem affedip hem de hayatımdan uzaklaştırarak, yoluma devam ederek huzuru bulabilmiştim. Doğa da acımasız, bunun bir sebebi var. Biz bazen duygusal davranıyoruz ve bunun sonucunda çok ciddi zararlar görebiliyoruz. Bizi mutsuz eden şeyler de kendimize ait kararlardır, kimsenin suçu yoktur aslında. Hayatımızın gidişatına kendimiz karar veririz, mutluysak da, mutsuzsak da, bizim kararımızdır. Burada zayıfa ve ihtiyacı olana yardım etmeyelim manası çıkmasın. Biz insanlık vazifemizi tabii ki yapacağız, başkasına yardımcı olmak en büyük erdemdir. Ancak yardım etmek ve enayi olmak arasında ince bir çizgi vardır, buna dikkat etmeliyiz. Anlatmaya çalıştığım şey, sizi sürekli aldatan ve yalan söyleyen ve bunu alışkanlık haline getiren, sizi çıkarları için kullanan, maddi veya manevi olarak sizi sömüren, iyi niyetinizi suistimal eden insanları kast ediyorum. Elbette bir şans vermek gerekir, ancak sürekli şans verildiğinde o enayi kısmına geçilip geçilmediğine bir bakmak gerekir. Doğa bize her şeyi gösteriyor ve öğretiyor aslında, sadece doğru yönden ve doğru açıdan bakmak gerekiyor. Arılar o bakımdan mükemmel varlıklardır, kolonileri toplumsal bir yaşam örneğidir. Arıları gerçekten içselleştirip anladığınızda hayata ve topluma bakış açınız değişebilir. Size farklı bir bakış açısı verebilirler.

Bu kitapta uzun uzun arı hastalıklarından bahsedip canınızı sıkmak istemem, bunların hepsini kitaplarda ve internette bulabilirsiniz. Sadece şunu bilin yeter; güçlü, sağlıklı, çıta başına yeterli sayıda olan arı kolay kolay hastalanmaz ve düşmanlarına yenik düşmez. Genellikle hatalar, zayıf ırklardan ve arıcının bilgisizliğinden gelir. Eski analarla çalışmayın, arılarınızı balsız bırakmayın, sağımlarda kuluçka kısmına dokunmayın, varroaya dikkat edin, arılarınızı rutubetten koruyun, kuzeye kapalı yerlerde kışlatın, küflü petekleri kullanmayın, başka arıcılardan petek alışverişi yapmayın. Ayrıca çevre faktörleri de büyük etkendir hastalıklarda. Örneğin; ilaç yapılan yerlere yaķın olan arılar tarlacı kaybı yaşayacağından zayıf düşer, bu da kovanı hastalıklara açık kılar. Arılarınızın sağlıklı bahara ulaşmasını istiyorsanız, güz bakımına çok önem verin ve erken baharda işlerinizi aksatmayın. Unutmayın arı, bir sonraki bahara, bir önceki sonbahar bakımıyla girer ve en çok arı ölümleri erken baharda olur.

Size pek kitaplarda bahsedilmeyen bir konudan söz etmek istiyorum. Arı geçişleri diye bir konu vardır. Bu şu anlama gelir. Bazı arıcılar kolonileri açık alanlarda sağıma kolaylık olsun diye sık ve yan yan dizerler. Bu arazide ağaçlar ve çalılar yoksa arı bal dönüşü kovanını şaşırabilir ve başka kovana girebilir. Hele bir de kovanlar aynı renk ise bu daha da zordur arı için. Kovan geçişleri aynı renk kovanların teraslama usulü art arda dizildiğinde de olabilir. Arılar ilk terastakiler yakın olduğu için ağır yükleri ile en yakın yere inmek isteyeceklerdir. Bunun sakıncası, kovanlar arası asker dengesinin bozuluyor olması ve çok fazla yabancı tarlacının girdiği kovanda yabancı asker fazla olduğundan mevcut ananın hayati tehlikede olmasındandır. Arı kayıpları fazlalaşır, ana kayıpları da artar ve sonuç olarak verim de düşmüş olur. Önlem alınması aslında çok zor değildir, açık alanda arıyı dizerken, dama taşı gibi, biri hafif ilerde biri hafif geride olursa ve her beş kovanda bir boşluk bırakılırsa, birçok facianın önüne geçilebilir. Arı kovanlarının ön tarafları kırmızı ve siyah hariç, çeşitli renklere boyanırsa daha da iyi sonuç alınır. İllaki teraslama şeklinde arı dizilecekse, yer sıkıntısından dolayı, zayıflar ön sırada olmalı ve teras aralıkları mümkün olduğu ölçüde geniş bırakılmalıdır. Ayrıca ön teraslarda başkasının arısı varsa siz hiçbir zaman onun üst teraslarına arı koymayın, tersini de yapmayın. Başka arıcının arıları sizin kovanınıza gelmesin ve sizinkilerde başkalarına gitmesin. Bu hem hastalıkların yayılması bakımından iyi değil ve sonuçta etik de değil.

Bu benim ilk kitabım. Bu kitabı birilerini eleştirmek, ifşa etmek ya da ukalalık etmek içinde yazmadım. İstedim ki, gördüklerimiz birileri için bir başlangıç olsun. Belki de gördüklerimiz, bazı şeylerin düzelmesi için birilerine ilham olsun.

''Bir ışık yakmak isterim, hiç olmazsa akılda bir soru işareti bile oluşturabilirsem kendimi mutlu addederim.''

''Gönlünü dinle, bırak aklın rehberlik etsin''

Denizli'nin bir yaylasında güzel bal aktığını söylediler. Biz, kardeşim Rüştü ile burayı bulmak için yola çıkmıştık. Yeni bir yer keşfetmek istiyor, ayrıca arılara alternatif bir yer bakıyorduk. Yollar virajlıydı ve yokuş yukarı çıkıyorduk. Birkaç kez yanlış yollara sapmış ve yorulmuştuk. O zamanlar konum olayı da yoktu. Bir virajı dönerken, iki ihtiyarın yol kenarında oturup, sohbet ettiğini gördük. Duralım da bir soralım dedik. Kısa bir selamlaşmadan sonra, arıcı olduğumuzu ve yaylada arılarımız için bir yer aradığımızı söyledik. O ihtiyar adamın verdiği cevap, hayatımda aldığım en ilginç cevaplardan biri olacaktı. Bu cevap, bir hayat rehberiydi aynı zamanda. Öyle kadim bir söz etmişti ki, gün boyu etkisinde kalmıştık. Hala içim bir tuhaf olur aklıma geldiğinde.

''Yiğenim, söylediğiniz yeri bilmem ama dağı bir çıkın, bakın, gönlünüz kalacağına, zahmetiniz kalsın.''

Siz de gönlünüze bir şey koyduysanız, devam edin, pes etmeyin. Gönlünüz kalacağına, zahmetiniz kalsın.

Doğayı ve arıları koruduğumuz bir hayata merhaba diyelim.

Hoşçakalın.

 

Zafer PEKÇEDENÖZ

 

*Kitabın tüm hakları saklıdır. Kopyalanamaz ve başka yerlerde kullanılamaz. 

IdeaSoft® | E-Ticaret paketleri ile hazırlanmıştır.